6 Mayıs 2021 Perşembe

yine çok eski ve şimdi tamamlanmış bir yazı


Maral'I ilk gördüğümde de, hep gördüğümde de, son gördüğümde de, geçen hafta gördüğümde de saçları kızıla boyalıydı...İkimizin de Beyazıt'taki hayatımıza heyecanlı bir başlangıç yapacağımız günlerde bizi Duygu tanıştırmıştı. Duygu'yu o yazdan 9 sonraki yazın sıcak ve güneşli bir temmuz öğleninde toprağa verdik.  Gündüz Yüzlü Kız'ı ve Stairway to Heaven'ı her dinlediğimde Duygu'yu hatırlarım. Duygu'yu sık sık hatırlarım. Maral da hatırlıyordur. Hande de hatırlıyordur. J. de hatırlıyordur. Bir araya gelirsek birlikte hatırlarız. Yaşamayı bu kadar seven ve yaşamaya bu kadar yakışan gündüz yüzlü güzelimizi yaşatmanın başka hiçbir yolu yok çünkü. Çünkü kabul etmek lazım ki ölüleri ancak nöronlarımızdaki proteinlerde yaşatabiliriz.

Maral da artık yok. Duygu gibi ölümde, Hande gibi zamanda kaybolmadı. Başka şeyler seçti ve bunlar bana sinsice göründü. Tam da birlikte yaşamak için bir adım atmışken öylece çıktık birbirimizin hayatından. 

Onu özlemiyorum...Hatta sevgilisini ondan daha fazla özlüyorum. Aslında galiba sadece bir arada ve kalabalık olmayı özlüyorum. Bir daha hiç kalabalık olunamayacakmış gibi geliyor, olunabilen kalabalıklarda da benim içime afakanlar basıyor. 


yarım kalmış yazılar 1 (en az 5 yıl olmuş)

1) diş ağrısı fena bişey. insana varoluşunu sorgulatıyor. (son cümleyi kurarken tamamen saçmaladım. ilk cümle doğru olsa da varoluşumu sorguladığım falan yok. dahası varoluşumu herhangi bir zamanda sorguladığımdan da emin değilim. sahi nasıl sorgular ki insan varoluşunu?)

2) ama galiba suruç'tan sonra varoluşumu biraz sorgulamıştım. aylardan sonra onur burdaydı ve elbette ki kötü hissetme hakkı onun, onu sürekli göz ucuyla kollayıp ellerinin ısısını kontrol etme görevi ise benimdi. ama varoluşumu bu yüzden sorgulamadım. bu ülkede yaşayan ve vicdanı nefes alıp veren herkes gibi geri dönüşsüz bir vahşet çağına girdiğimizi fark ediyor, elime silah alamayacağımı, alsam da kimseye ateş edemeyeceğimi, acaba bir işidliyi zehirle öldürmenin mümkün olup olmadığını, hem ben öldürürsem cennete de gidemeyeceklerini falan düşünüyordum. işte o günlerde "physiology and behaviour" kitabıyla göz göze gelmiş ve bir ara (çok değil belki bir ay önce) o kitapta yazanların bazılarından nasıl büyülendiğimi düşünüp kendi kendime yabancılaşınca varoluşumu sorgulamış olmuş muydum acaba?

3)varoluşunu sorgulamak tam nasıl oluyor bilmiyormuşum anlaşılan. onun yerine bugünlerde çocukluğu sorguluyorum. nedeni çok. kendi çocukluğumu sorgulamamamın da nedeni çok ama onu sorguladım yeterince ve yine de merak eden birini görünce gönlümün kaymasını engelleyemiyorum. ben özgürleşmek olarak gördüğüm büyümeye meraklı gerizekalı bir çocuktum çocukluğumun özeti bu. bir çocuktan hem yetişkin sorumluluğu ve becerisi bekler, hem de köle gibi kısıtlarsan sonucu bunun dışında bişey olamaz zaten.  ama başka insanlarda, özellikle de çekim alanına girdiğim erkeklerde birbirine benzer ve bambaşka yaşantılarla yüzleşiyorum. mesela yaşanmamış çocukluklar ve dolayısıyla hiç bitmeyen bir çocukluk. çekim alanına girmemin nedenlerinden biri de bu oluyor sanırım.

4)çocukluğun çekimi manipülasyona fazlasıyla açık bi alan. biri kendini çocuk ilan ediyorsa emin ol ki orda yetişkin çakallığının yönettiği bir olmamışlık var ve olması gereken herşey oldurulmak üzere senin sırtına yüklenecek. 

20 Ekim 2014 Pazartesi

adsız olsun

yazmak gitgide zorlaşıyor...uzun bir aradan sonra ilk cümlemin bu olmasını uygun gördüm. cümledeki dramatik tınının aksine büyük bir ciddiyet ve hatta biraz da merakla yazıyorum bunu.

düşünüyorum da neden yazmadığım sorusunun cevabını yazmadığım zamanlarda yaptıklarım veriyor galiba. başka şeyler yazmam gerekti biraz daha ciddi biraz daha a artı b ama kesinlikle otobiyografik olamayan şeyler yazdım son bir yıldır.

bu son cümleyi yazdıktan sonra mügünün evinin muhtelif odalarını gezdim ve insanın klavyesinden, kaleminden çıkan birçok şeyin kastı olmaksızın otobiyografik olduğunu düşündüm. mesela belki yarın çok büyük bir ciddiyetle kuvvetle muhtemel ki yaşam öykümün en önemli yazılarından biri olacak bir anlaşmalı boşanma dilekçesi yazacağım,

bu dilekçeyi yazmak ve yazmamak arasında sıradağlar olmasına rağmen o uzak mesafede sık sık gidip geliyorum. o mesafalerin iki ucunda bambaşka şeyler düşünen, bambaşka şeyler hisseden iki ayrı insan oluyor. çok farklı saiklerle düşünüp karar veriyor ve birbirlerine hiç benzemeyen şeylere neden olabiliyorlar.

bunlar olurken mügüde kalıyorum. mügünün evinde yani. mügüyle daha önce onun mersine gelişleri, benim istanbula gidişlerim dışında bu kadar uzun süre birlikte kalmamıştık. yine de kendime ait bir evi özlüyorum. ankara'yı sevmeye çalışıyorum ve bunun için çok da çaba göstermem gerekmiyor. bu sessizliğine ve ciddiyetine rağmen rahat ve nazik olan kenti çocukluğumdan beri seviyormuşum aslında. ama sanırım ankara ve mersin daha uzun yazıları hakediyorlar.

çok farklı niyetlerle başlamıştım farklı şeyler yazdım. bu da böyle olsun.

11 Şubat 2014 Salı

bunu sadece unutmak istemediğim için yazıyorum. kardeşimle aynı odayı paylaştığımız son evimizdeydik. herşeyi birlikte yapmayı seviyorduk, bir de ben o zamanlar yönetmeyi seviyordum sanırım odamızı birlikte topluyor duvarları birlikte süslüyorduk. bir oyuncağımız vardı ince ayakları üzeridne duran tüyden bir kafa. sadece peluş tüy. avuç içi kadar küçük birşey. hediye mi gelmişti bi fuardan mı alınmıştı hatırlamıyorum orasını. ama gözde oyuncaklarımızdan biri değildi. bir de ayakları kırıldığı için herhalde ayakta durmuyordu. "atalım bunu artık, sen git çöpe at" dedim. kardeşim oyuncağı alıp gitti . bir süre dönmeyince peşinden mutfağa gittim ve kardeşimi masada elindeki oyuncağa bakıp ağlarken buldum. sonra onu bantla dolap kapağına yapıştırdık.
hayattaki en büyük sevinçlerimden biri, en büyük sevgimdir kardeşim. ne kadar güzel ve duyarlı bir yandan da ölçülü ve tutarlı bir yetişkine dönüştüğünü her fark ettiğimde içimde sevgi ve gurur karışımı birşeyler kabarır.

27 Kasım 2012 Salı

dün gece rüyamda bisiklete bindim, pedal çevirmedim ama kendi kendine gidiyor ve trafikte benim istediğim gibi (korkakça) ilerliyordu. arabaya da bindim hem de sürücü koltuğu boştu ve yan koltuktaydım o da kendi kendine gidiyordu, ufuğun arabasıymış o öyle ayarlamış. anneannemlere gittim onlardan biriyle ve çok büyük bir klavyenin tuşlarını yedim, çikolata gibilerdi, sonra anneannem klavyeyi önümden aldı, sonra kek de vardı, anneannemlerin istanbulda da bir evi varmış, onu konuştuk. bir de fondip yaptım bişeyleri.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

yine rüya evet

I think I was really seeking for guidance but with this workplace friend who I've just started to respect but always had fun with. Yes, although the lighthouse was really close, but we had hard time reaching it and we had to. I climbed up and down the hill, saw a dog under some rocks and saw its puppy a few steps away. I was not afraid. Then I somehow reached it, alone but felt terrified when I thought I was alone on this desolate bulk of rocks. I experienced one of those relieving dream moments when I saw that those rocks were connected with the main land which is also an island all alone in the sea. So, I think I also have fears about the guidance I am willing to find. Maybe, it will make me lonely and leave me uncivilized, therefore unprotected.
Another remarkable moment was when we had to let ourselves down the hill, and I was afraid so he did it first and was OK. Although I was still scared, I led myself to a soft ascendance down the hill. So maybe I should ascend. Or I want him to do this first, or I assume he already did it, so me too, I already did it and found it less humiliating then I thought it would be.

11 Haziran 2011 Cumartesi

rüya hep

çok acayip bi rüya değildi ama uyanıp da düşündüğümde ilginç geldi. aslında ilk kısmını hayal meyal, ikinci kısmını ise büyük bir netlikle hatırlayabilmek rüyanın senaryosundan daha da ilginçti.
neyse ilk kısmında birileri arasında birşeyler geçiyordu, genç bir kadın ve genç bir adam, sanki biri evli ya da ikisi de ve ben rahat rahat zina edebilmeleri için evimi açmışım ve çok eğleniyoruz hep birlikte. yanlarında küçük hayvanlar getirmişler benim için, köprülerde falan satılan küçük kurmalı hayvanların aynısı canlı hayvanlar, onlarla oynuyoruz, çok tatlılar. bir neşe, bir mutluluk.
Ben mutfağa geçip geniş bir tencereye kaynatmak üzere su koyuyorum, sonra bir bakıyorum tencerede çok az su kalmamış ve o küçük hayvanlardan beyaz olanı tencerenin dibinde cansız gibi yatıyor. öldüğüne inanmak istemiyorum, uzun süre uğraşıyorum, soğuk suya tutuyorum, heryerine bepanthene sürüyorum. gözlerini açıyor sonunda, pıt pıt kalbi atmaya başlıyor çok mutlu oluyorum.

20 Mayıs 2011 Cuma

those were the days my friend,

tezimi yazma niyetiyle bilgisayarın karşısına oturup başlamadan önce birkaç gün buralara yazılar döşemem resmi bir zorunluluk olduğundan dolayı eskiden başlayıp bitiremediğim bir girişe devam ediyorum. zira artık multiple personality disorderdan muzdarip meslek anlayışımın daha az istediğim ama daha çok takdir gören personasını 9-6 yollarında performe ettiğimden dolayı ilginç şeyler düşünecek daha az vaktim var. ve henüz boğazımda zincir falan da hissetmediğimden anlatacak bir dramım da yok. üstelik de öyle bir popülasyonla çalışıyorum ki, en büyük dramlarım bile dert değilmiş gibi gelmeye başladı. terapotik de bi taraftan
ama labaratuvarı, kesinlikleri, hep öğrenecek birşey kalmasını ve exact science'ların suya sabuna dokunmaz görünen gücünü şimdiden çok özledim. daha çok da hayatımın yarısını dayanışma, kollektivite, komün falan gibi iddialar taşıyan örgütlenmelerde geçirmeme karşın, gerçek ve güvenilir bir dayanışma hissini iki kişiden fazlasının bulunduğu topluluklarda belki ilk defa bu kadar tam ve sürekli olarak yaşadığım dostlarımı her an yanımda bulmayı, onlarla bir elin eldivene uyum sağladığı gibi uyum sağladığımız bilimsel üretim hareketliliğini en çok da herkesin birbirinin sınırlarını söylenmeden bildiği ve asla ötesine geçmeye çalışmadığı sevgi dolu saygıyı çok çok çok özledim. orda mutluydum gerçekten de.
ama sanırım üniversitede de böyle mutlu olduğum bir dönem olmuştu. gerçi çok gençtik o zamanlar hepimiz, alabildiğine acemi. özellikle de tüm küçük burjuvalığımla, her türlü marjinalliğe ve her türlü romantik kahramanlıklara eğilimimle ben. güneş hala tepedeyken yazmalı bunları, gece üretkenliğin zamanıdır çünkü, gündüzse anılara kapılıp gitmenin. hiçbir hecesini anlayamasan da her notasıyla geçmişin artık eskidiğini söyleyen govinda'yı dinlemenin. o yüzden gece olmadan, sandıklar açılmadan ve ben ilk defa halaylardan uzak bir seçim sonucu geçirecekken yazmalı bunları.

geçen günlerde en kızılımızı abd'ye yolcu ettik. o yıllarımın en renkli insanlarından biriydi kızıl ve ben sadece bir hafta önce nerdeyse hep birlikte yaşadığımız evin ordan geçmiş ve tepeden tırnağa anılara batmıştım. belki de önce onu anlatmam lazım.

ekimden beri iki haftada bir okuldan çıkıp trene binerek bakırköye gidiyor sonra dolmuş ya da otobüsle eve dönüyorum. o hafta eve değil okula dönmem gerekiyordu fakat herkesin akıllı zannettiği bir gerizekalı olduğumdan bu kadar zamandır bindiğim istasyonun hangisi olduğunu bilmiyormuşum bir önceki istasyonda inip yürümek zorunda kaldım. üstelik de yanlışlıkla indiğim istasyon bir yıl boyunca oturduğum evin olduğu yerdeydi.
böylece eskaza pms'de olsam beni zırıl zırıl ağlatabilecek bir yürüyüş yaptım. üniversitedeki sevgilimle yaşadığımız evi, birkaç sokak ötedeki zindandan korktuğu için bize her geldiğinde evine bıraktığımız n.'nin evi, biraz ötede ilk kedimi gömdüğümüz park ben kendimi hiç hazırlamamışken bir anda karşıma çıktı. bundan birkaç gün sonra da kızılın veda gecesine çağırdı facebooktan bir arkadaş. kızıl değil facebook cep telefonu bile kullanmadı hayatı boyunca. kendisi istediği zaman-ki her zaman istedi- erişilebilir oldu ve hep kendi istediği yerlerde bulundu. partinin o demirden görev dağılımını bile aştı böylece ve hayatımda en çok korktuğum günlerde, en çok korktuğum görevde o sırada aşık olduğu z. ile birlikte görevlendirdiğimiz için yanımdaydı. kendisi eğlenmiyorken bile eğlendirebildi bizi, kendisi gülmese ve hatta için için kızsa bile güldük ona. her türden şuursuzluğu zihninde toplayabilmiş bir garip adamdı, yeni örgütlendiğinde sanırım t. ile ikimizi gözüne kestirmişti hiç ayrılmadı bizden, biz t. ile ayrılana kadar da sürdü üçümüzün bir arada olma hali. bizim evin oraya giden son otobüs 12'ye 10 kalaydı ve dolmuşa verecek paramız olmazdı asla. o saate kadar galatasarayın arkasındaki labirentlerde dolaşır ve onun bizi "takip yerken kaçmanın yolları" konulu eğitimine maruz bırakmasına izin verirdik. zaten ona izin vermememin yolu yoktu, denize düştüğünde bile sırılsıklam çıkıp anlattığı şeye kaldığı yerden devam edebilen bir garip perseverasyon tüm hayatını belirlemiş gibiydi. anlatmak istediği şey bir şekilde bölündüğünde insanın kapısına gecenin bi yarısı dayanıp onu tamamlayabilecek dirayete sahipti.
sonra yıllar sonra bir gece yine karşılaştık, t., o ve ben. fındıklı sahili çok kalabalıktı hem de çok. bizim dışımızdaki insanlar sussa da biz üçümüz konuşsak diye bekledik ve biraz başbaşa kalabildiğimiz bir anda onlara "hep üçümüzün birlikte yaşlanacağını düşünmüştüm" dedim, "birlikte yaşlanalım" dedi. işte hüzünlü olan da bu zaten sanırım, birlikte yaşlanabileceğimize bir tek o inanıyordu, ben de t. de biliyorduk başka yerlere savrulmasak da artık birlikte yaşlanmamıza izin vermeyecek alışkanlıklar geliştirdiğimizi ve dilimizden düşürmediğimiz sınıf gerçeğinin kendini en acı haliyle üniversiteden mezun olduktan sonra gösterdiğini, kimilerinin yüksek lisans doktora sürtecek lüksü varken kimilerinin sözleşmeli öğretmenliğe körlük gibi mahkum olduğunu. o böyle şeyleri bilmezdi.
şimdi karşıdaki cama yansıyan görüntüme bakıp "ne değişti" diyorum. herşey değişti. yine de mutluyduk o zamanlar. herşey güzel değildi ama üniversitedeysen ve yaşam kavgası uzaksa sana daha güzel birşeyler vardır her zaman. o zaman gülerek fotoğraf çektirebilirsin ve nohut pişirip gülebilirsin. ahmet kayaya benzeyen bir tamirci kofrayı patlatır ama sen onu içeri çağırarak az önce içinden çıkıp geldiğin kavganın haberlerini seyredersin. biraz pembedir üniversite yılları.

olur da bir gün okursan seni özlediğimi ve hayatım boyunca özleyeceğimi bil kızıl. her ev taşımamıza bütün okulu taşımana karşın hiç yardım etmeyip gitar çalmanı, her randevuna geç kalıp da yine sabahın yedisine randevu vermekteki ısrarını, evdeki herkesi uyandırıp sonra uyumanı, her çatışmadan sonra ciddi şekilde yaralandığına ilişkin hipokondriak endişelerini, 8de bitmesi gereken toplantıları gecenin 1ine kadar sürdüren karşı çıkışlarımızı, siyasetler toplantılarında herşeyi yanlış anlamalarını, kargacık burgacık yazınla milyonlarca not aldığın vew sürekli orda burda unuttuğun defterini ve belki hepsinden öte diğer siyasetlerin bize ne kadar gıcık kaptığını anlamayıp onlarla dost olma çabandaki saflığı özledim. hep özlüyordum, şimdi yoksun ve şimdi daha çok özledim.




7 Mayıs 2011 Cumartesi

oda orkestrası


epey zaman olmuştu rüyalarımda yeni bir oda bulmayalı, rüya otoriteleri diyorlar ki bunun meali kendinle ilgili yeni birşey keşfetmekmiş. neyi keşfettiğimi hiç bilmesem de bu yaşa gelip de hala keşfedilecek yanım kalmasına sevinsem mi üzülsem mi onu da bilmiyorum ama dün geceki karşılaşmanın sayısız bira sonrası şuursuz bir açık sözlülüğe denk gelmesi ve artık bir yudum bile içemeyecek kadar midem bulanıyorken bile o tangoya devam edebilmek güzeldi...hiçbir zaman vals olmayacak. şanslı olursak salsa...danslar arasında bir tek salsayı katlanılabilir bulurum.
içinde annemlerin salonundaki 1176 kişilik yemek masası ve de kuyruksuz bir siyah piyano bulunan yeni odam şimdiki evimin alt katındaydı, rüyanın bir anında yatağımda oturup bu odayı neden hiç kullanmadığımı ve piyanom olmasına karşın neden onu hiç çalmadığımı düşünüyor, kendi serkeşliğime kızıyordum. sonra çoğunu hatırlamadığım bir sürü olay, bir sürü kavga dövüş, birileri birilerine kebap ısmarlayıp duruyor ve ben niyeyse çok kızıyorum buna. sürekli bir "yapmamalıyım, olmuyor" hissi.
sonra onunla birlikte bir arabaya binip denizin üzerinden sürdük arabayı-daha önce bir kere de denizde sandallarda yaşayan bir kabile görmüştüm, tohumlarını denize savurup çimlenmesini bekliyorlardı- , piyanom tepemizde tüm heybetiyle boğaz köprüsü olarak duruyordu ve bu çok normaldi, acayip normal. sanırım bir piyanom olduğu için biraz dalga geçiyordu benle. ama arabayı sürüp sürüp ulaşamadık bir türlü oraya. hep yakınlaştık ama hiç ulaşamadık.

11 Nisan 2011 Pazartesi

rüyalar

bu aralar daha uykuya düşmeden rüya görmeye başlıyor, sabah saatin zilini "bi dakka be daha rüyam bitmedi" diye kapatarak bitmek bilmez rüyalarıma kaldığım yerden devam ediyorum.
bir süredir devam eden rüyalarımda başka biri olma hali biraz abardı bu aralar. rüyasında çaydanlık, napolyon falan olabilen çatlakları hep kıskanmışımdır, ben çinli bir görünümde de olsam benim hep rüyalarımda. ama hiç davranmadığım gibi davranıyor, hiç düşünmediğim gibi düşünüyorum.
geçen gecelerden birinde rüyamın konuk oyuncusu bir dönem garip bir aşk beslediğim dünyanın en güzel erkeğiydi. beni görmeye gelmiş ve benimle konuşmaya çalışıyor, ilgileneceğimi düşündüğü konuları açıyor, bense onun sorularına "ha öyle mi ben pek politik takılmıyorum bu aralar, hiç de umrumda değil memlekette ne olduğu gibi" cevaplar verip geçiştirmeye çalışıyordum. bir sonraki planda labaratuvarımdaydım, pratik salonundan sesini duyuyordum beni soruyordu ordakilere, beni o kadar güzel tarif ediyordu ki kendimi bişey sandım ama ben bi an önce kaçmak ve izimi kaybettirmek derdindeydim. tam kaçarken yakalanıyordum, tüm olgunluğuyla yine benle iletişim kurmaya çalışıyor ben yine öküzlüklerimi doruğa çıkartmak için kendimle yarışıyordum. allah belanı versin senin bilinçdışı gibisi, ne diyim sana artık.

yalnız daha garibi bazen çok dehşet verici rüyalar görüp hiçbir dehşet duymadan içinde yer almam oluyor. mesela dün gece gördüğüm rüyayı anlatmayı çok istedim ama yemin ederim ki maruz bırakacağım dostlarıma kıyamadım. rüyaların anılardan daha farklı bellek kayıtları oluşturduğunu ve silinmeye daha az dirençli olduklarını düşündüğüm için -evet hakikaten de zahmet edip doğrulamadım bu düşünceyi- buraya yazacağım bunu. rüyamda kafamı bedenimden ayırmışlar ve sanırım tıbbi bir değeri olan bir çubuğa takmışlar, vücuduma ise teşhis amaçlı otopsi benzeri birşey yapıyorlardı, tüm organlarım açıktaydı, ama ben olduğum yerden süper ilginç bişey izler gibi izliyordum olan biteni. aslında önce sigaradan kapkara olmuş ciğerlerimi görmeyim diye bakmadım, sonra merakıma yenik düştüm "kalbimi çıkarsana bakayım" dedim doktorlardan birine, o da eline alıp gösterdi, kalbim adamın elinde atıyordu. "ilk defa ışık görüyor iç organlarım, demek ki ilk defa renkleri var" ve "keşke beynimi de görebilsem, meğerse yokmuş" benzeri geyikler yapıyordum adam da bana oklahomada geliştirilen bir yöntem sayesinde çok yakında bunun da mümkün olacağına söylüyordu, "peki ben kendi beynimi, o esnada beynim benim bedenimin dışındayken nasıl algılayabilirim?" diye soruyodum, adam da hiç ikna edici olmayan ama karmakarışık uzun açıklamalar yapıyordu, ben de artık sıkıldığım ve biraz da iki saattir bağırsaklarımı yerinden çıkarıp inceleyen adamın onları tekrar aynı şekilde yerleştiremeyeceğinden korktuğum için "ha evet anladım, süpermiş hakikaten" diyordum. ama zerre kadar dehşet ve korku duymuyordum ve hatta şimdi yazarken de dehşet verici gelmiyor.

15 Mart 2011 Salı

keşke hiç kişilik testi çözmeseydim

bu aralar hayatımdaki en heyecanlı şey hiçbir şeyi doğru düzgün yıkamayan bulaşık makineme düzenlediğim operasyonun işe yarayıp yaramadığı. sınav gecesi bu gece öyle bekliyorum işte.

psikoloji okumaya başladığımda ve hatta diplomamı alıp "napcam şimdi" diye düşünmeye başladığımda, hatta ve hatta karşıma çıkan her şeyin ilgimi çektiği "zihinsel engellilerle çalışayım ben, yok yok galiba en iyisi travma yine" zamanlarımda bile aklıma en son gelen şey bi labaratuara kapanmaktı. kolaydı bizim lisans dersleri, sınavdan önce bi gece notlara göz gezdirdin mi geçiyodun, hatta göz gezdirmesen de geçiyodun. bu formülün tutmadığı tek dersim öğrenme dersiydi, üç kerede zor verdim o dersi. aynısı lisede biyoloji dersinde de başıma gelmişti, biyoloji konusundaki gerizekalılığım dillere destan, kulaklara küpe olmuştu gel gör ki ben mutluluğu nerde buldum şimdi; fizyoloji labaratuarında sıçan izlemekte.

şu kişilik testleri, kariyer seçim envanterleri, lise boyunca ağzımıza burnumuza soktukları tüm o ölçümler bi boka benzeseydi benimkilerin sonucunda "sanatçı, sanatçı tam sanatçı al götür koy louvre'un ortasına" yazmaz ve ben de tüm lise yıllarımı "sanatçıyım ben yeaaa" diye össye hazırlanmaya bile zahmet etmeden ortanın üstüne çıktığından bile emin olamadığım yeteneğimi geliştirmek adına kara kalem, kil ve suluboya arasında heba etmez ve belki şimdi genetik mühendislerine bile tepeden bakan hekimlerden biri olurdum.

hayvan kullanım kursu açıldı sonunda, formalite gereği bi sertifikam olması lazım, gidip sınıfta oturuyorum bütün gün, hayatımdaki bu heyecan patlaması biraz da bu yüzden sanırım. ama bu akşam yeni sıçanlarımı götürmek için labaratuara gittim, nasıl özlemişim. bi de ayyüzlüm sağolsun pırıl pırıl temizlemiş ortalığı, beni oraya gömseler gam yemem.

26 Şubat 2011 Cumartesi

gevezelik


biraz grafoman bi sevgilim vardı, eski defterlerinin boş sayfaları, plan proje kağıtlarının, hesap defterlerinin, ders notlarının arkasından karaladığı birşeyler çıkardı hep. O zaman mahremiyet ilkesinden bi haber miydik, umrumuzda mı değildi her bulduğumu okurdum, kavga çıkarttığım bile olmuştur "hani burçakla aranızda hiç bişey olmamıştı" falan diye. böyle şeyleri düşününce ekşi sözlükteki otuzluk ablalarından sözlük genç kızlarına öğütler başlığına yazasım geliyor, boşu boşuna böyle yormayın kendinizi otuz yaşına gelince sevdiğiniz adamın facebook sayfasına bile bakmaz olacaksınız diye.

otuz yaş güzel şeymiş netekim, zaten ben 29a girdiğim anda sorana sormayana 30 yaşındayım demeye başladığım için -29 çok pis bi yaş, 30muşsun da yalan söylüyomuşsun gibi- o psikolojik eşiği de pek tınmadım sanırım. başlangıçlı bişey bi kere 30'lu yaşlar var yeni başlıyor ama önemli bazı şeyler de bitmiş kabul ediliyor, mesela artık "böyle diyosun ama ilk sen evlenir, 3 de çocuk yaparsın", "şimdi sen mezun olunca sosyete psikologu olursun ne gülerim ha" laflarını falan duymuyorsun, olmuşsun işte ne olacaksan. çok da olmamışsın ama gençsin biraz hala.

bu aralar üniversitede, kafede, barda benden 10 yaş küçük gençlerin muhabbetlerine falan kulak misafiri olduğumda yaşlandığım için ellerimi açıp şükredesim geliyo. o toyluk, o kendini beğenmişlik bi de karşısındakini aptal yerine koyma mallığı da eşlik ediyorsa, ne çekilmez, ne itici yapıyor en isa tasvirine benzeyen güzelim oğlanları bile. yaşıtlarım arasında saçı dökülmemiş erkek kalmadığında, uzun saç fetişim beni genç erkek düşkünü dejenere bi kadına dönüştürür mü diye korkmuyorum artık sayelerinde.

ne diyordum nasıl dağıttım konuyu, yaşlandıkça bunlar da geçiyomuş geçen brain story belgeselinde izledim, yaşlılar aynı anda hem kelime dizisi ezberleyip hem de engellerin üzerinden geçerek yürümeyi başaramıyolar. birini yaparlarsa diğerini yapamıyorlar. ama gençler yapabiliyor bunu. belgeselde bunu yaşlılığın az göreve daha iyi odaklanma becerisi getirmesi olarak iyimserce yorumlamışlar ama bana lazım biraz o beceriden...neyse diyodum ki şu grafoman sevgilimin yazdıklarını okurken onu yazdığı sırada oğuz atay mı, vedat türkali mi okuyor çok belli olurdu. ben de bu aralar pucca'nın blogunu okuyorum, biraz fazla okudum galiba onu okurken aklımdan hep burda yazdığıma benzer cümleler geçiyor. yazmaya başlarken vazgeçmiştim "bana göre değil böyle laubali biçimde kendinden bahsetmek" diye, sonra dedim ki iki buçuk kişi takip ediyor zaten blogumu, biri sütyen askımın ne renk olduğunu bilir, diğerine de beynimin, duygularımın haritası olsa açar gösterirdim kimden çekincem, bu laubaliliği de yaptım gitti.

yalnız kendilikle ilgili yeni tanımlar yapmamız gereken bir çağa girdik sanırım, internet yüzünden oluyo sanırım hep. herkes ne kadar kıymetli, herkesin sözü, herkesin fikri ne kadar değerli, herkes ne kadar dünyanın en bişeyi, ben biraz yorulmaya başladım. hele de allahın belası meslektaşlarımın -şu meslekten bu kadar soğumamın birinci sebebi stklardaki pay kapma kavgasıysa, ikincisi de onlardır- ekmek teknesi dinlemek ve anlamakken görünürde, bir tanesi mi sorduğu soruya verilen cevabı bile aklına gelen ilgisiz bişey için bölmeden dinlemeyi beceremez? geçen sene her toplantıdan sonra bir sivilce çıkarırdım, neyse ki bu sene 30 yaşındayım, gülüp geçemesem de geçen seneki kadar dert etmiyorum.

ama sanırım şöyle oluyor bu durum, bu insanların psikolog olma isteğinin altında güç arayışı yatıyor temelde, bi de buna kolay yoldan ulaşma uyanıklığı tabi. sonra al eline en güçlü iktidar aygıtlarından birini; "değerlendirebilme yetisi"! hanfendi almış diplomasını, ordaki herkeste var aynı diplomadan ama bir şekilde onlar kendi kadar yeterli değil, doğru okuldan mezun değil, doğru ekole angaje değil, doğru bir cv'ye sahip değil, gözünün üstündeki kaşı doğru yerde değil, değil işte değil, en yeterli, en psikolog o. görmedin bile bahsedilen insanı hiç bilmessin sus di mi? yok hayır konuşucak "kişisel öfkelerini politik bir dile tercüme etmek yoluyla" diycek önyargılı olduğu insanı itin götüne sokcak illa. ya da önyargıya bile gerek yok, yapabiliyor ya, o yetkiye sahip ya, yapsın anasını satayım.

bi de şu "öfkeli" sıfatına atfedilenler de beni küplere bindiriyor. öfkeliysen mutlaka haksızsın. en olmadık şeyi en ahlaksız biçimde öne sürmüşsün, öfkelenmiyim de napıyım. sonra "öfkelisin feneradası", yani "haksızsın". sen bunu kabul etmeyip biraz daha öfkelenirsen, "sert"sin, sen orda yokken de "kişilik bozukluğusun" falan kimbilir.

daha fazla öfkelenmeden sonlandırıyorum ben bu girişi.



8 Kasım 2010 Pazartesi

araba rüyası

babamın bir sürücü kursu var(dı) ama ben hiç ehliyet almadım, hayatımın komikliklerinden biridir bu da. nasıl olsa bir araba almamı gerektirecek bir hayatım ve zaten araba alabilecek param falan olmayacaktı, sanki doğduğumdan beri biliyorum bunu. ama rüyamda ilk değil, belki üçüncü dördüncü kez araba sürüyorum hem de kendi kendimi şaşırtacak bir beceriyle. her zamanki gibi googledan arattım rüyada x, y, z görmeyi freud, jung ve envai çeşit mistikler nasıl açıklamışlar diye, insanın kendi hayatına ilişkin kontrolü eline alması demekmiş. bu bir saniyelik ego beslemesinden sonra asıl meseleye geçiyorum ki dün gece arkamdan da biri geliyordu, benim araba sürmeyi bilmediğimi çok iyi bilen biri. kimdi hatırlamıyorum ve galiba rüyada da bilmiyordum ama "hay allah az önce sürdüm arabayı ama ya bu tip şimdi arkadan bindirirse bana" diye epey bir kaygılanıyordum. bu kaygımı çaktırmayıp anahtarları aldım ve o beyaz arabayı kırk yıllık ralliciler gibi sürdüm ama o tip beni korkutuyordu, hala da korkutuyor. niye takılıyorsun arkadaşım benim peşime? yürü git yolundan haliçten karşıya geçme. (haliçten karşıda kimse oturmaz)

20 Nisan 2010 Salı

shall I compare thee to a summer day?

neden bu kadar güzelsin, neden sadece duyulara seslenen bir güzellikle yetinmedin de neden söylediğin her söz, attığın her adım bu kadar güzel....bunun bir sebebi olmalı, bu kadar şaşırtıcı birşey sadece rastlantı olamaz, bunca güzel olmanın sebebi değilse bile bir anlamı olmalı. bu sadece genlerin doğru dizilimi ya da özgür bir zihinle, tertemiz bir vicdanla açıklanamaz, olamaz...

18 Mart 2010 Perşembe

rüya yine

bu rüyayı yarı uyur yarı uyanık bir şekilde gördüm ama lucid değildi, uyanıyor uzun bir süre rüyada olanlar üzerinde rüya olduğunu fark etmeden düşünüyordum, sonra yatakta olduğumu fark edip rüyadan çıkabilecek anlam üzerine düşünürken uyuyakalıyor ve tekrar aynı rüyayı görmeye devam ediyordum, bu kısa aralıklarla uzun süre devam etti. uykuyla uyanıklık arasında zihnimin bana oynadığı oyunun sabaha kadar farkına varamadım. sabah da ayrıntıların çoğunu unutmuştum zaten, aklımda kalanlar bunlar;

ama bu rüyanın ilginç veye korkunç bir yanı da yok. yağmur ve biri daha benim evimdeydik ama benim evim, benim şimdiki evim değildi. birkaç katlı, müstakil kapısı dışarı açılan bir evdi, benim evimdi ama aynı zamanda kız yurduydu da. onlarla girişteki salonda konuşuyorduk,cigara sarıyordum ama burası çok gerçekçiydi tüm ayrıntılarıyla görüyordum nasıl sardığımı, kullandığım kağıdın markasını bile hatırlıyorum. sonra birşey almak için aşağıya iniyordum, yanyana bir sürü yatakta kızlar uyuyordu ama hepsi uyuyordu.

yağmur giderken ona sarılıyordum, kemiklerini hissediyordum, garipti çünkü hiç de zayıf biri değildir gerçekte, rüyada da buna şaşırıyordum ama sanırım buna gerçekte zaten şaşırdım.


24 Ocak 2010 Pazar

en acayip gücümüzdür

hayat canlıların kendi sonlarına doğru hareketinden ibaret bir süreç. tarih diye adlandırdığımız şey tarihe karışanlarla yazılıyor. ve eğer sen artık anabolizmik değil katabolizmik bir canlıysan tarihe karışanların sayısı çevrende her geçen gün biraz daha artıyor. bayram ziyaretlerinin sabiti deden tarihe karışıyor, eski sevgilinin senden nefret eden annesinin cadalozluğu tarihe karışıyor, üniversite arkadaşının çocuksuz militan genç kadınlığı, bi avuçluk mıncığın küçük emrah suratı, kuzeninin 3 yaşındaki bombeli yanakları, kardeşinin kendisinden "kardeş" diye bahsettiği zamanlardaki arabası hepsi bir daha asla dokunmanın mümkün olmadıkları en uzağa, geçmişe gömülüyor, tarihe karışıyorlar.
insan doğan, yaşayan, algılayan, düşünen, muhakeme eden, seçen, ölen ve direnen bir varlıktır ve en çok da ölüme direnir. tüm memeliler, belki tüm omurgalılar doğuştan getirdikleri (innate) korkuların ardından saklı senaryodaki ölüm bilgisiyle yaşar ve buna direnmek için öğrenirler. o yüzden de bu canlılar korku ve anksiyete üretirler. insanda ise bu başka biçimler de alır ama konumuz bu değil...konumuz angelus novus. geçmişin geri dönülemezliğini kavradığı anda duyduğu korku ve anksiyete ile tarih meleği.

insanda yanlış tasarlanmış, maladaptif bazı şeyler olduğu düşüncesine hep yakın durdum. bunun bir parçasının da henüz fiilileşmemiş ama her an fiilileşebilir bir gelecekte olduğundan başka hakkında hiçbir şey bilmediğimiz "ölüm" e dokunduğu, ordan geçtiği çok açık bence.

bugün l'ye dokuların bioyolojik yaşlarının aynı olup olmadığını sordum, değillermiş. herşeyin kendi yaşam döngüsü olduğunu sosyal düzlemde kavramak daha kolay elbette. dokunmaya doyamadığın uzun saçları tarihe karışsa bile bir eski sevgiliyle aynı kelimeler ve aynı rahatlıkla konuşabilmek direnmektir ne de olsa, zamana değilse de ölüme. hala ölmemiş bir geçmişin izlerini taşıyan ilişkilere tarihi anıt özeni gösterilmesinden yanayım.


22 Ocak 2010 Cuma

imkansız

uzak ülkelere ya da galaksilere değil en yakına, en küçüğe doğru bir yolculuk yapabilmenin mümkün olmasını istiyorum. sinaps boşluklarında gezinerek agonistlerin reseptörlerle birleşmesini hücre içinde çekirdeğe doğru giden ikincil habercilerin protein sentezini nasıl tetiklediğini görmek istiyorum.

18 Ocak 2010 Pazartesi

disko disko partizani

nostradamus'un yerinde olsaydım kehanet ederdim ki insanlar bundan dört yüz yıl sonra sık sık kendi rezilliklerini açık açık anlatan şarkılarla dans etmek için çirkin, karanlık ve gürültülü yerlere tıkılacaklar. tarihin en saçma ritüelini gerçekleştirmek için çıldıracak, gerçekleştiremediklerinde çok üzülecekler.
ı want you to be crazy 'cause you're stupid baby when you're sane...

2 Ocak 2010 Cumartesi

a great day for freedom

şimdi takip eden herkesten(sayıyla 2) özür dileyerek sosyololojik bir tespit uğruna sizi şiddete maruz bırakacağım. bunun etik sorumluluğunu almaktansa suçu 80'lerde emekçi mahallelerindeki çocukların soba kurumu, istiklal marşıyla açılan trt kurumu, rutubetten küflenmiş aile kurumu ve yüksek doz militarizm ve turgut özal'a kapuska eşliğinde maruz bırakıldığı küçük salonlara atacağım lakin aşağıda görüntülerini paylaştığım bu cinayet orada gerçekleşti.




"dıt dıt dıt dıt...saat sekiz" diye başlayan haberler bu idamı haber verdiklerinde annemle babam salonun iki ayrı kapısından içeri girip haberi ayakta dinlediler sonra bütün gece ikisinin de ağzını bıçak açmadı. o gün kurşuna dizilmesini izlediğimiz bu adamın fonetik uyumu çok hoş olan ismi bir haftadır o ekranın ve benim düşüncelerimin "kötü adam" kadrosunda yer alıyordu. her ne kadar bir insanın karısıyla beraber öldürülüp de cesedinin karadenize atılması fikri beni ürpertse de buna dünya böyle kötü insanlarla doluyken hiç kimseye bir kötülük yapmamalarıyla gurur duyduğum annem ve babamın üzülmesi bundan 6-7 yıl sonrasına kadar anlayabileceğim birşey olmayacaktı. ama o gece bunu düşündüğümde annemle babamın kendi aralarında oynadıkları bir oyunun kuralı gereği böyle davranıyor olduklarına karar vermiştim.

artık nikolay ve elana'nın tüm dünyanın gözü önünde bir duvar dibinde kurşunlanıvermesinin üzerinden 20 yıl geçtikten sonra artık annemle babamın bu iki insanın cesedinde can çekişen reel sosyalizme üzülmüş olduğunu anlayabiliyorum.
ama bu reel sosyalizm...bu her zaman biraz netameli. aklı sosyalizme uğramış olan hepimiz için farklı tutumlar aldığımız bir eski sevgili gibi. hala aşık olanlarımız da var, adını anmak istemeyenlerimiz de. ..ama bir sürü pişmanlık ve hep keşke dediğimiz.

30 Aralık 2009 Çarşamba

günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır

1. Tek çıkış umutlarıyla aralarına duvar çekilen gazzelilerin yitirdiği ölüler artık burda senin dumanaltı salonunda...
2. kürt halkının politik temsiliyetine yapılan saldırılar, bir barış gemisinin daha ka'nın korktuğu gibi batması....
3. barış, kardeşlik laflarını kimseye kaptırmayıp da kürt halkına bir daha bu iki halk arasındaki kardeşlik umutlarını toptan rafa kaldıracak sinme politikalarını barış diye dayatanlara masanın altından bacak sürten solcular....
a. samuel yazmıştı, kürtlere akıl verme komiteleri..
b.faşistinden ulusalcısına, sosyalistinden sol liberaline kadar hepsinden alt metni "bir kürt asla eşit olamaz bir türk'e" önyargısı olan kitle tahlilleri, politik tespitler, stratejik hesaplar.
4. bunlar ve bunlar. bir yandan her yerde ellerinde telsiz, ceplerinde silah, siyah arabalardan inen takım elbiseli adamlar var. ve bu adamlar ve başka uzantıları kürtçe şarkı söyledin diye ve hatta sadece canı sıkıldı diye çekip vurabilirler seni. sadece seni değil bahçesinde oynayan kürt çocuklarını da. öyle istedi diye...belki korktu diye. ..belki korkacak birşeyi olmadığı için.
5. bir yandan ışıl ışıl, rengarenk insanlarla dolu dünya. hedy epstein 85 yaşında yahudi bir kadın, hayatı boyunca faşizm ve ayrımcılığa karşı savaşmış; bugün de gazzeliler için açlık grevinde...bugün yüzlerce kürt olmayan türkiyeli, kürt kardeşlerine omuz vermek için bdp üyesi olacaklar...belki de bu elele verme düne dek savaşın malzemesi olmuş insanların bugün barışın öncüsüne dönüşmesine yol açacak.
6. bugünü doğru yaşamanın ve ütopyaları bugünden kurma çabasının harekete dönüşmeye başladığı bir çağdayız. ışıl ışıl bir ekranın ardından tüm olanları ve olasılıkları görebiliyoruz belki de ondandır.
7. sağolasın walter benjamin. şimdiki zaman kayıp giderken tutunmanın yasalarını öğrettiğin için.
8. peki şimdiki zamanın kayıp gitmesinden hüzün duymamayı kimden öğreneceğiz? (öğrenilmez yaşanır mı yoksa, yoksa bu da kedilerine eşeleme hareketi gibi bir "türe özgü davranış" mı?)

9. ben öğrenemedim orası kesin...bazıları daha kolay öğreniyor. genetik olabilir bu öğrenme yeteneği, kardeşim de öğrenemedi çünkü. hala dünde yitip gitmiş nesne ve imgeler topluyoruz ikimiz de.
10. öğrenmek çok matah bişey mi diye düşünüyor insan bunu ilk fark ettiğinde ama işte tam da ka'nın hediyesinde söylediği gibi "tanıdığım herkes hala hayattaydı" cümlesini kurmak da geri dönüşsüz bir kopuşa yol açıyor. ilk cenazeye katılma yaşı ile olgunluk arasında ters bir korelasyon olmalı, insan 28 yaşına gelmiş de hala ailesindeki insanların ölümsüz olduğunu sanmışsa bunu fark ettiğinde bi tuhaf oluyor.
11. hem sonra doğa da, toplum da hiç iyi davranmıyor açıkçası insana, yüzyıllardır doğayı sömüren bir sisteme onay vermiş olmanın bedelini fiziksel, insanları sömüren bir sisteme onay vermenin bedelini ise bitmek tükenmez psikolojik aksamalarda bir güzel ödüyoruz, görün bakın kızılderililer haklı çıkmadı mı?
12. gerçi bunu derken bir taraftan insanlığın doğayı anlamak konusunda atmış olduğu adımları görmezden geldiğimin de farkındayım, ortalama insan ömrünün uzaması falan filan işte. "amansız hastalık"tansa "H1N1"virüsünden ölüyoruz artık, bu bile bişeydir.
13. cümlenin içinde ölüm varsa geri kalan tüm kelimeler "hiçbirşey"dir.

14. bu aralar bir "savaş" iki "hastalık" gündemi var, ikisinin de yolu ölümlere çıkıyor. artık kötü hastalıkların teşhisleri konulabiliyor benim arkadaşlarıma da.
15. şu geçirdiğim grip azılı bir domuz gribi olabilir ve belki ben de "sapasağlamdı ama öldü" başlığı altında bir gazete haberi olabilirim. düşünürken afakanlar bassa da bu hepimizin başına gelebilir. hatırlatmak da bana mı düştü? hatırlamadan yaşayınca insan kendini şapşal hissedebiliyor sonrasında da o yüzden yani...

16. pavlov deneylerini yaparken asistanlarından biri bolşevik devrimini haber vermiş, pavlov "böyle abuk subuk haberlerle benim çalışmamı bölmeyin" diyerek kovmuş adamı...bu çağda bu memlekette desin bakalım bunu pavlov efendi? "projeniz onaylanmamıştır" diye bi zarf alıversin bakalım rektörlükten, fareyi karşılarız ama köpeği karşılayamayız falan dese bütçe insanları pavlova.
17. bilim burda her zaman politikadır, çoğunlukla da psikoloji...
-bu deneydeki kullanılacak malzemeler ve oda sayısı yeterliliği açısından x labaratuarının uygun olduğunu düşündüm.
-orda yapamazsın deneyini
-neden?
-çünkü ben ordaki hocayla kavgalıyım.
hahahaa. bu diyalogun böyle olduğunu mu sandınız hakkaten? ilk cümleden sonrası "katiyyen sorma bile böyle birşey, unut o işi" gibi bir otorite yansıttı üstüme pek sevgili antifaşist hocacım.
18. 60 fareyi öldürdükten sonra aynı insan olacak mıyım onu merak ediyorum.

19. haftalardır labaratuar ve dünya arası gidip gelen düşüncelerim gece yatağa yattığımda ve bir de ka'nın hediyesini alınca üzerindeki yasağı tam kaldırmadığım "ben" bölgesine uğradı.

20. güle güle boncukkedi. bir kedi cenneti varsa benim kediciklerime selam söyle oldu mu, hem oynarsınız da belki hep birlikte...