5 Mayıs 2009 Salı

puslu tarih atlası

"Dil devrimini affedemiyorum" demişti tevfik fikret'in izini süren bir arkadaşım.

Osmanlı bir bütün olarak üzerinde en tutarsız tartışmaların döndüğü tarihsel olgulara yataklık ediyor. Çarıktan, festen, padişah diktasından, kız çocuklarının okula gönderilmemesinden, okula gönderilen çocukların mahalle mekteplerinde falakaya yatırılarak soldan sağa yazmayı öğrenmesinden, en kabaca en kısaca "cehalet"ten kurtulmamızı ders kitaplarında sevinçle kutlanmış halde öğreniyoruz.

Osmanlı gerçeği ile bu gerçek başlığı altında kağıtlara yeni harflerle yazılanlar arasındaki boşluğu "biz aslında en düşmüş halimizle bile tüm dünyadan, batıdan, herkesten üstünüz" diye sayıklayarak kapatmaya çalışıyoruz.

Belki bunun miladını daha gerilerden, mesela 1908'den almak gerekiyor. O tarihten beri savaşlar, devrimler, darbeler, iç savaşlar ve kanlı/kansız başka çatışmalarla sürüp giden hesaplaşmaların merkezinde "gericilik" ve "ilericilik" kulvarları her daim baki.

Tarihi sürekliliğinden koparmasaydık şimdi bu kadar gerici, bu kadar körüne ilerici, bu kadar reddedici, bu kadar sahiplenici, bu kadar kimliksiz, bu kadar fragmante olur muyduk?

Puslu Kıtalar Atlası 35 baskı yapmış. Ama hayır bu soruya cevap vermek gibi bir iddiası olmamış. Okuyanı elinden tutmuş 300 yıl öncesine, topkapı surlarından ötesinde eşkiyaların gezdiği, Galata'da dünyanın her yerinden koparılmış esirlerin bu şehrin bir parçası olmak üzere satıldığı, Haliç kıyılarına korsanların yanaştığı, çok kültürlülüğün, çok kimlikliliğinin ve hatta kardeşliğin tanımlanmasından çok önceleri 72 miletten insanın cirit attığı bir İstanbul'a götürmüş.

Ve orda tarih bilgisinden daha değerli bir şeyler var. O tarihin öznesi, nesnesi olmuş insanların zihinleri, Descartes'a kafa tutan deneyimleri, beyaz önlüksüz ve gözlüksüz yaptığı elkimya deneyleri var. Sarayda öldürülenlerin cesetlerini çalarak anatomi atlası hazırlamaya ömrünü vakfeden, yaklaşan kıyameti engellemek için zamanda geri dönmeye hırslanmış bilim insanları var. Şimdinin gözleriyle bakıp "fantastik" ya da "büyülü gerçekçilik" diyebileceğimiz tüm öğelerin o zamanın dokusu, o zamanın aklı içinde "gerçek" olduğunun şaşırtıcı ve aydınlatıcı vurgusu var.

Marquez batılı eleştirmenler tarafından büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden sayılıyor. Oysa kendisi Yüzyıllık Yalnızlık'la ilgili "Benim yaşadığım yerlerde bunların hepsi gerçekti" diyor.

Dün vitaminlere inanırdık, bugünse antioksidanlara inanıyoruz. Bir atomun içinde nelerin döndüğüne ve nelerin dönmediğine, öğrenmenin beyinde yol açtığı protein sentezine, yerin yedi kat altındaki ateş toplarına ikna olduk. Bugün inandıklarımızdan bazılarını hiç görmedik, duymadık, dokunmadık, birçoğunu da pek azımız gördü ve geri kalanlarımız onlara inanıyoruz. Kollektif olarak güvendiğimiz insanlar söylediği ve başka güvendiğimiz otoriteler de onayladığı için "bilmiyor ama inanıyoruz". Gerçekliğimiz bugün de inandıklarımızın toplamı. Pozitivizm bu anlamda sadece "ne koşullar altında inanmamız" gerektiğini söyleyerek birçok alanda "bilinebilir" olana sınırlar çizdi.

300 yıl önce güvendiğimiz insanlar bize uzak denizlerdeki kayalıklarda deniz kızlarının şarkı söylediğini söyleyecekti ve biz de gerçekliğimizi deniz kızlarının da olduğu bir dünyada şekillendirecektik. Belki belki kimbilir.

---to be continued---

4 yorum:

  1. sempozyumda,
    özellikle müzikle ve gemicilikle, yani 16.17 yüzyıl osmanlı başlığı altında bu işlerle ilgilenen insanlar, neredeyse "ah osmanlı ah, şu mustafa kemal bizi mahvetti" direnirliğindeydiler. aslında, senin tam da, tarihi sürekliliğinden koparmak dediğin şekilde, osmanlıda olup biten bir çok şeyden haberdar olmadığımızı, bir kültürün izlerini, tarih kitapları dışında neredeyse tamamen kaybettiğimizi söylüyolardı. ben, niyetlerinden osmanlıcılık sezmedim aslında da,bu "tarih"i kim nası isterse, iktidarların canları neleri bırakmak, tahrip etmek isterse ona göre aktarıyor oluşu, ve yeni kuşakların ellerinde kalan pencerelerden ceplerine koydukları algılar dışında şekillenecek yerleri olmayışı meselesi üzerine sıkıldığım bir şey.

    tarihe yeni heveslenip, yeni başladım aramaya kaynakları. baktıkça yabancılaşıyorum. çok muğlak, çok muallak. bir sürü şeyden kesin gibi bahsedilebilmesi beni şaşırtıyor gerçekten.

    kılıcını alıp atına atlayan komutanlar, şanlarıyla ölenler filan yerine, barıştan bahsedilen kitaplar okusaydık, hikayeler dinleseydik, rüyalarımızla cümlelerimiz ne kadar daha sık barıştan, yaşamaktan bahsedilen şeyler olurdu.

    tarih, korkutucu ki.

    YanıtlaSil
  2. evet evet gündelik olanın tarihi, zihnin tarihi, yaşamın tarihi...Doğrudan politik olmayan şeylerin tarihi. Ben de böyle şeyler istiyorum o yüzden beğendim zaten bu romanı. hani bu romanda buna ilişkin anlatımlar ne kadar gerçeğe yakındır bilmiyorum ama bu çabayı sevdim.

    Bugün evet siyaset bizim yaşantımıza bir şekil bir yön veriyor. Ama ya kitle iletişim araçları olmasaydı ve bizim ortadoğuda olup bitenlerden, bizi yönetenlerin nasıl insanlar olduğundan hiç haberimiz olmasaydı, biz yine böyle ama başka türlü insanlar olacaktık.

    Mesela 300 sene öncesine ilişkin tarih bilgilerinin, savaşa gitmedikleri ve yaşadıkları topraklar el değiştirmedikleri sürece o zaman yaşamış olan insanların hayatında bi anlam ifade ettiğini sanmıyorum hatta haberleri bile olmuyordu büyük ihtimalle zattırızittoruk anlaşmalarının maddelerinden falan.

    Aklıma bi örnek geliyor, sigmund efendi yaşarken ve çalışırken onun kadın hastaları psikolojik durumlar dolayısıyla kötürüm kalıyolar, balzacın romanlarındaki kadınlar ağır stres karşısında bayılıyor falan. Biz ise strese başka tepkiler veriyoruz. Bu da tarihtir.

    YanıtlaSil
  3. ben şöyle düşündüm artık o davranışlar konversiyon, histeri bir şekilde kodlanmış davranışlar. bir numaranın artık tutmaması ve yenisini bulmak gibi, daha basit.

    YanıtlaSil