Lost artık sonuna yaklaşırken benim için taşıdığı heyecanı yitirmek üzere, sanırım bunda daha heyecan verici birşey olan Dr. House'la tanışmamın da etkisi büyük. Şu son sezonun (5) ilk birkaç bölümünden sonra beni heyecanlandıran tek şey Rose ve Bernard'ın yaptıkları seçim oldu.
Yine de rüyalarım sanıyorum ki biraz geriden takip ediyor. Newroz, ben ve bir misafir evimin yakınındaki caddeden yukarı doğru yürüyerek pastane arıyoruz. O sırada ben fırının yanında fırıncıların masa atıp çay içtikleri köşede bir tezgah görüyorum, kaldırımın kuytusunda yalnız başına bir pastane tezgahı, un kurabiyeleri, içi reçelli üstü çikolatalı kuru pastalar. Herşeyiyle çok eskiye ait, hafif paslanmış parlak tenekeden camekanın arkasında üçer raflı iki bölme, bir yanda tuzlular diğerinde tatlılar. Sokağın ortasında öyle geçmişten gelmiş, öyle garip duruyor ki newroz ve misafir yürüyüp giderken önünde kalakalıyorum, bu kadar eski, bu kadar geçmişten olmasını hayran hayran izliyorum ve 5 lirayı son gördüğüm zamanı düşünüyorum. Avşa'daki yazlık fırınlardan birinin yine aynı böyle olan tezgahının üstüne saymıştım bir sürü 5 lirayı. Epey eski bir anı olmalı çünkü sonrasında hatırladığım ilk makul para 100 lira ki kendisi ilkokula başladığımda günlük harçlığımdı. İşte o tezgahın karşısında fırının kapısına yaslanmış kardeşimle harçlıklarımızı birleştirerek aldığımız ve bisikletle gittiğimiz deniz kıyısında yediğimiz poğaçaların, içinde ne olursa olsun şimdi koşa koşa işe ve okula yetişirken aldığım poğaçaların yanından bile geçemeyecek güzellikte olduğunu, pastane denilen mekanlarda satılan daha albenili ve daha avrupalı pastaların, anneyle alışveriş sonrası gidilen pastanelerdeki beyaz plastik kaplardaki spangle ile limonata lezzetine asla erişemeyeceğini düşünüyorum.
Sonra yaslandığım kapının ardından bir kadının çığlığını duyuyorum. Kapının ardında olanları görmüyorum ama biliyorum ki orda bir kadınla bir erkek tecavüz oyunu oynuyorlar, gerçek bir tecavüz yok. (bundan sonrasını anlatmak bilmeyene lost anlatmaktan hallice) Ben daha önce, çok eskiden o kapıya yaslanmış, aynı çığlıkları duymuş ve gerçek sanmışım bu yüzden de şimdi hatırlamadığım epey karmaşık işlere sebep olmuşum. Ama o anda o zamana geri gidiyorum (ya da onlar geliyor) işlerin öyle olmadığını anlıyorum. Lost'taki kurgular gibi birşeye birinin tanık olması, sonra aslında onun ne olduğu ve bunların zamanlararası olması gibi, epey karışık.
Yolculuk eden ben miyim, onlar mı?
26 Mayıs 2009 Salı
24 Mayıs 2009 Pazar
23 Mayıs 2009 Cumartesi
It is sometimes impossible to answer some questions. And mostly, the absence of a plausible answer is the result of a wrong question. The questions are sometimes wrong because they quest on objetively indefinable concepts or attempt to generalize dissimilar entities. But still thinking and searching on them are irresistable. So maybe the best way to deal with these uncertainities is keeping to ask, keeping to try to find an answer but accept the fact that you will not reach a conclusion or a desicion.
Because some matters are not for you to decide, they are for you to think on them.
Some examples to this condition;
1. "Is there a god?" is one of the wrongest questions asked by all the people beceause what it asks about is impossible to define. If I believe in a god which creates blooming I am believing in something subtle, that is my subjective definition of the concept of "god" and it surely has an objective existence. But it doesn't allow me into a belief in a god which sits upon the sky judging people and contemplating punishments for the sins they commited neither gives me right to decide on that definition of the god is not sensible. Experience is our primary source of knowledge and it is fully subjective and indefinable. You cannot dismiss any experience based on your own experiences. Therefore you cannot reach to a conclusion on whether the spiritual experiences told by people are metaphysical and non existant.
--to be continued--
Because some matters are not for you to decide, they are for you to think on them.
Some examples to this condition;
1. "Is there a god?" is one of the wrongest questions asked by all the people beceause what it asks about is impossible to define. If I believe in a god which creates blooming I am believing in something subtle, that is my subjective definition of the concept of "god" and it surely has an objective existence. But it doesn't allow me into a belief in a god which sits upon the sky judging people and contemplating punishments for the sins they commited neither gives me right to decide on that definition of the god is not sensible. Experience is our primary source of knowledge and it is fully subjective and indefinable. You cannot dismiss any experience based on your own experiences. Therefore you cannot reach to a conclusion on whether the spiritual experiences told by people are metaphysical and non existant.
--to be continued--
22 Mayıs 2009 Cuma
esrar ve kültür
İnsana toprağinda neyi yetiştirip neyi yetiştirmeyeceğine ilişkin kısıtlamalar getirilmesinin çok uzun bir geçmişi yok. İnsanın toprakla temas kurmadan yaşamasını mümkün kılan yerleşim biçimlerinin de. Ve aynı zamanda topraksız ve uygarlığa bağımlı insanlara zihinlerini nasıl çalıştırmaları gerektiğinin dikte edilmesinin de.
O yüzden de bir yüzyıl öncesine kadar toprağa bağlı yaşayan, o toprakta yetiştireceklerine kendi aklı ile karar veren ve o aklı nasıl kullandığı ile ilgili çoğunlukla cezalandırılmamış insanlığın yarattığı kültürlerin torunlarıyız. Biz yediklerimizden aldığımız molekülleri vitamin, kozmetik veya uyuşturucu diye sınıflandırnadan önce çok uzun bir tarih boyunca ürettiğimiz değelerin bir kısmını değiştirilmiş bilinç durumlarında ortaya koyduk. Tanrıyla birleşmek,varlığın sırrına ermek için, daha iyi savaşmak, açlığa karşı daha dayanıklı olmak için veya cinselliğimize büyü katabilmek için kullandığımız bitkilere uygarlığımızın da bir kısmını borçlu olduğumuz çok açık. LSD'siz bir Timothy Leary, meskalinsiz bir Aldous Huxley ya da esrarsız bir Bob Marley'nin aynı yaratıcılığı gösterebileceğini öne sürmek bu yaratımları bütünüyle madde kullanımına atfetmek kadar abesle iştigal. Kaldı ki insanlık 8bin yıldır bilinç halini değiştirmenin yollarını biliyor, dumanı ve kafası olmayan hiçbir inanç sistemi yok, modern ordular da dahil askerlerinin daha iyi savaşması için eksojen bir madde kullanmamış hiçbir ordu gösteremezsiniz.
Yasaklardan bazıları herşeyin siyah beyaz olduğu son kerteye gelene dek çok mantıksız olmayabilir. Ama bugüne dek kimseyi öldürmemiş ve hatta bazılarını tedavi etmiş bir bitkinın topraktan çıkmasını yasaklarken 3 yaşında çocuklara beyne hasar verdiği çok iyi bilinen bir labaratuar ürününü doktor eliyle sunmak mantıklı değil.
--devam edecek--
O yüzden de bir yüzyıl öncesine kadar toprağa bağlı yaşayan, o toprakta yetiştireceklerine kendi aklı ile karar veren ve o aklı nasıl kullandığı ile ilgili çoğunlukla cezalandırılmamış insanlığın yarattığı kültürlerin torunlarıyız. Biz yediklerimizden aldığımız molekülleri vitamin, kozmetik veya uyuşturucu diye sınıflandırnadan önce çok uzun bir tarih boyunca ürettiğimiz değelerin bir kısmını değiştirilmiş bilinç durumlarında ortaya koyduk. Tanrıyla birleşmek,varlığın sırrına ermek için, daha iyi savaşmak, açlığa karşı daha dayanıklı olmak için veya cinselliğimize büyü katabilmek için kullandığımız bitkilere uygarlığımızın da bir kısmını borçlu olduğumuz çok açık. LSD'siz bir Timothy Leary, meskalinsiz bir Aldous Huxley ya da esrarsız bir Bob Marley'nin aynı yaratıcılığı gösterebileceğini öne sürmek bu yaratımları bütünüyle madde kullanımına atfetmek kadar abesle iştigal. Kaldı ki insanlık 8bin yıldır bilinç halini değiştirmenin yollarını biliyor, dumanı ve kafası olmayan hiçbir inanç sistemi yok, modern ordular da dahil askerlerinin daha iyi savaşması için eksojen bir madde kullanmamış hiçbir ordu gösteremezsiniz.
Yasaklardan bazıları herşeyin siyah beyaz olduğu son kerteye gelene dek çok mantıksız olmayabilir. Ama bugüne dek kimseyi öldürmemiş ve hatta bazılarını tedavi etmiş bir bitkinın topraktan çıkmasını yasaklarken 3 yaşında çocuklara beyne hasar verdiği çok iyi bilinen bir labaratuar ürününü doktor eliyle sunmak mantıklı değil.
--devam edecek--
14 Mayıs 2009 Perşembe
Huzur'dan (Tanpınar)
"Mistik...İşte en korkunç şey. Bir kere ayağınızı topraktan kesmeyin. Herşey olursunuz, havadan kaptığınız her şey...Çünkü uzviyetinizde parazitler konuşu, insanlık mistiği, kuvvet mistiği, ırk mistiği, hacalet, ıstırap mistiği...Çünkü tanrılık yanı başınızda bir aktör elbisesi gibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki...Bir kere insan tanrılığa alışmasın. Mutlak bir fikir olduğu, hakikatin tek göründüğü yer olduğunu sanmasın"
rüya -I
Eski bir rüyaydı. Taa liseden.
Bir şekilde benim olmayan bir eve giriyorum. Bahçeşehirde ve tüm Bahçeşehir evleri gibi özenli ve sıkıcı bir salonda televizyon karşısında pijamalarıyla hitler, pinochet ve mussolini üçlüsünü buluyorum. Yıllardır burda saklanıyorlarmış (o aralar pinochet'nin yargılanması tartışılıyordu). Herhalde birkaç liseli öfke cümlesi savuruyorum ve evden çıkıp onları ispiyonlamaya gidiyorum.
Yakalanıyorlar ve hakettiklerine kavuşuyor olmalılar ki rüyanın sonraki kısmında bu sefer televizyon karşısında olan benim. İstiklal Caddesi'nde onbinlerce insan faşizme karşı yürüyor ve ellerinde benim fotoğraflarımın olduğu dövizler, pankartlar var. Kahraman olmuşum.
"Keşke bunu daha gürültüsüz halletseydim" diye düşünüyorum "Şimdi sokağa çıkamayacağım, herkes beni tanıyacak"
Bir şekilde benim olmayan bir eve giriyorum. Bahçeşehirde ve tüm Bahçeşehir evleri gibi özenli ve sıkıcı bir salonda televizyon karşısında pijamalarıyla hitler, pinochet ve mussolini üçlüsünü buluyorum. Yıllardır burda saklanıyorlarmış (o aralar pinochet'nin yargılanması tartışılıyordu). Herhalde birkaç liseli öfke cümlesi savuruyorum ve evden çıkıp onları ispiyonlamaya gidiyorum.
Yakalanıyorlar ve hakettiklerine kavuşuyor olmalılar ki rüyanın sonraki kısmında bu sefer televizyon karşısında olan benim. İstiklal Caddesi'nde onbinlerce insan faşizme karşı yürüyor ve ellerinde benim fotoğraflarımın olduğu dövizler, pankartlar var. Kahraman olmuşum.
"Keşke bunu daha gürültüsüz halletseydim" diye düşünüyorum "Şimdi sokağa çıkamayacağım, herkes beni tanıyacak"
rüya III
Rüya egosintonik bir disasosiyasyon. Kendinden başkası olmayı da deneyimleyebilir insan bu disasosiyason teneffüslerinde. Geçmişte rüyalarımda çinli, sarışın ve kedi olmuşluğum var. Bu aralarsa daha çok olmadığım gibi insanlar oluyorum.
Bir yerdeyiz. Çok büyük bir yer, ayrı ayrı binalar, kampüsümsü. Zaten bilimsel bir amaç için ordayız sanırım. Kongre değil ama çünkü mülakatlar yapılıyor ve uzun formlar dolduruluyor. Geçmişimizi anlatıyoruz ama akademik olmayan ayrıntıları da. Nerden geldiğimizi, çocukken ne oynadığımızı soruyorlar. Benim mülakatım yapılırken odada bir çocuk var, aynı yerlerden geldiğimizi söyleyip bana yaklaşmaya çalışıyor. Hatta yaklaşıyor da, elimi tutuyor, saçımı okşuyor, kolunu omzuma atıyor. "Defolsana" demiyorum, "sen ne yapışık bi organizmaymışın" demiyorum. Hoşuma gitmiyor ama tedirgin de olmuyorum. Yokmuş gibi davranıyorum.
Newroz'un mülakatı benden önce bitmiş ve o sırada bir arabamız var, mıncık, newroz ve ben beraber gelmişiz o arabanın içinde. Mülakatım bitince kapıya çıkıyorum ve newrozu arıyorum, sınıftaki kızlar ordakilerden birinin arabasıyla gidecekler, beni de çağırıyorlar. Newroz beni kapıda beklememiş ama ben budalaca bir saflık içindeyim. "Şu aşağıdaki kavşağa ineyim beni ordan alacak" diyorum. Hakikaten de birazdan Newroz'un arabası görünüyor ama bana geleceği yerde başka bir yola sapıp kayboluyor. "Seni almadı işte, o yoldan buraya geri dönülmez bizle gel" diyorlar ama ben budalalığımı sürdürüp beklemeye devam edeceğimi söylüyorum. Üstelik de etraf gitgide ıssızlaşıyor.
Böyle bir reddetmek, öfkelenmek bilmez bir budalaydım işte rüyamda. İşin ilginci uyanır uyanmaz çok öfkelendim. Daha da ilginci rüyayı ona anlattığımda Newroz'un büyük bir ciddiyetle "O yoldan dönüp gelecektim biraz sonra" demesi. Gerçek hayatta.
Bir yerdeyiz. Çok büyük bir yer, ayrı ayrı binalar, kampüsümsü. Zaten bilimsel bir amaç için ordayız sanırım. Kongre değil ama çünkü mülakatlar yapılıyor ve uzun formlar dolduruluyor. Geçmişimizi anlatıyoruz ama akademik olmayan ayrıntıları da. Nerden geldiğimizi, çocukken ne oynadığımızı soruyorlar. Benim mülakatım yapılırken odada bir çocuk var, aynı yerlerden geldiğimizi söyleyip bana yaklaşmaya çalışıyor. Hatta yaklaşıyor da, elimi tutuyor, saçımı okşuyor, kolunu omzuma atıyor. "Defolsana" demiyorum, "sen ne yapışık bi organizmaymışın" demiyorum. Hoşuma gitmiyor ama tedirgin de olmuyorum. Yokmuş gibi davranıyorum.
Newroz'un mülakatı benden önce bitmiş ve o sırada bir arabamız var, mıncık, newroz ve ben beraber gelmişiz o arabanın içinde. Mülakatım bitince kapıya çıkıyorum ve newrozu arıyorum, sınıftaki kızlar ordakilerden birinin arabasıyla gidecekler, beni de çağırıyorlar. Newroz beni kapıda beklememiş ama ben budalaca bir saflık içindeyim. "Şu aşağıdaki kavşağa ineyim beni ordan alacak" diyorum. Hakikaten de birazdan Newroz'un arabası görünüyor ama bana geleceği yerde başka bir yola sapıp kayboluyor. "Seni almadı işte, o yoldan buraya geri dönülmez bizle gel" diyorlar ama ben budalalığımı sürdürüp beklemeye devam edeceğimi söylüyorum. Üstelik de etraf gitgide ıssızlaşıyor.
Böyle bir reddetmek, öfkelenmek bilmez bir budalaydım işte rüyamda. İşin ilginci uyanır uyanmaz çok öfkelendim. Daha da ilginci rüyayı ona anlattığımda Newroz'un büyük bir ciddiyetle "O yoldan dönüp gelecektim biraz sonra" demesi. Gerçek hayatta.
12 Mayıs 2009 Salı
morning glory/sabah sefası/ipoemea



Sonra böyle çiçekler açtı, sadece mor çiçekli olanın resimleri var ama mavisi ve beyazı da vardı. Yukardaki hale gelmeleri 2 ayı anca geçmiştir herhalde.
Kışa yaklaşırken kurudu ama hala oraya buraya dolanmış ölü dallarının üstünde tohumlar var, birkaç yerde de filizlenmişler.

10 Mayıs 2009 Pazar
kedilerin bilime katkısı

Kediler ne güzel hayvanlar. Asırlardır insana bacak kadar bile olmayan tüylü şapşal bir hayvan tarafından parmakta oynatılmanın nasıl birşey olduğunu öğretiyolar.
Ama sadece bunu öğretmiyorlarmış meğerse. Meğerse kedi çişi fareler için çok etkili bir travmatik uyaranmış. Bu sayede fareler, bazı insanların felaketlerden sonra yaşadığı travma sonrası stres bozukluğu(TSSB) belirtilerini gösterebiliyor ve en önemlisi insanlar için faydalı olacağı düşünülen maddelerin etkinliği üzerlerinde deneniyor.
TSSB'nin hayvanlarda modellenmesinin ne kadar zor olduğu düşünülürse tüm travma mağdurları ve profesyonelleri adına kedilere çişleri için teşekkürlerimi sunuyorum.
7 Mayıs 2009 Perşembe
ka'ya
"on kere demedim mi sana sevme dokuz yar
sekizde sefa yedide vefa olmaya zinhar
altı ile beş dört ile hiç başa çıkılmaz
üçün ikisi terk ede gör taa kala bir yar"
son günlerde vermiş olduğum zahmete karşılık bu şarkıyı tüm notalarıyla birlikte benden mütevazi bir armağan olarak kabul etmesini istiyorum...
sekizde sefa yedide vefa olmaya zinhar
altı ile beş dört ile hiç başa çıkılmaz
üçün ikisi terk ede gör taa kala bir yar"
son günlerde vermiş olduğum zahmete karşılık bu şarkıyı tüm notalarıyla birlikte benden mütevazi bir armağan olarak kabul etmesini istiyorum...
hepsini ben yetiştirdim
6 Mayıs 2009 Çarşamba
tilki, kirpi ve yunus emre
"Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise"
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise"
Bilgi ile bilgelik arasındaki fark çok şey bilen tilki ile tek ama büyük birşey bilen kirpi arasındaki farktan daha fazla.
Yunus Emre herhalde bugün yaşayan ve internet kullanan herkesten daha az şey biliyordu dünya ve hayat hakkında. Birçoğumuzun ne kadar öğrenirse o kadar uzaklaştığı bir doğruyu ise bugüne dek üzerine milyonlarca satır yazılsa bile kimse onun kadar vurucu ifade edemedi.
"Ben...", "Ama ben...", "Peki ben..." diye başlayan her cümleden sonrasına anahtar olması dileğiyle...
5 Mayıs 2009 Salı
mikuriya'dan
Cannabis is leading the way for a more holistic type of medical care, a general revolt against corporate rationed care and traditional pharmaceutical company approaches to medicine. Patients use marijuana to get off toxic drugs. They find fellowship in compassion clubs. They find empowerment in fighting against prohibition, standing up to police and demagogues. Our opponents can threaten our freedom, but they can't kill our spirit.(2001)
puslu tarih atlası
"Dil devrimini affedemiyorum" demişti tevfik fikret'in izini süren bir arkadaşım.
Osmanlı bir bütün olarak üzerinde en tutarsız tartışmaların döndüğü tarihsel olgulara yataklık ediyor. Çarıktan, festen, padişah diktasından, kız çocuklarının okula gönderilmemesinden, okula gönderilen çocukların mahalle mekteplerinde falakaya yatırılarak soldan sağa yazmayı öğrenmesinden, en kabaca en kısaca "cehalet"ten kurtulmamızı ders kitaplarında sevinçle kutlanmış halde öğreniyoruz.
Osmanlı gerçeği ile bu gerçek başlığı altında kağıtlara yeni harflerle yazılanlar arasındaki boşluğu "biz aslında en düşmüş halimizle bile tüm dünyadan, batıdan, herkesten üstünüz" diye sayıklayarak kapatmaya çalışıyoruz.
Belki bunun miladını daha gerilerden, mesela 1908'den almak gerekiyor. O tarihten beri savaşlar, devrimler, darbeler, iç savaşlar ve kanlı/kansız başka çatışmalarla sürüp giden hesaplaşmaların merkezinde "gericilik" ve "ilericilik" kulvarları her daim baki.
Tarihi sürekliliğinden koparmasaydık şimdi bu kadar gerici, bu kadar körüne ilerici, bu kadar reddedici, bu kadar sahiplenici, bu kadar kimliksiz, bu kadar fragmante olur muyduk?
Puslu Kıtalar Atlası 35 baskı yapmış. Ama hayır bu soruya cevap vermek gibi bir iddiası olmamış. Okuyanı elinden tutmuş 300 yıl öncesine, topkapı surlarından ötesinde eşkiyaların gezdiği, Galata'da dünyanın her yerinden koparılmış esirlerin bu şehrin bir parçası olmak üzere satıldığı, Haliç kıyılarına korsanların yanaştığı, çok kültürlülüğün, çok kimlikliliğinin ve hatta kardeşliğin tanımlanmasından çok önceleri 72 miletten insanın cirit attığı bir İstanbul'a götürmüş.
Ve orda tarih bilgisinden daha değerli bir şeyler var. O tarihin öznesi, nesnesi olmuş insanların zihinleri, Descartes'a kafa tutan deneyimleri, beyaz önlüksüz ve gözlüksüz yaptığı elkimya deneyleri var. Sarayda öldürülenlerin cesetlerini çalarak anatomi atlası hazırlamaya ömrünü vakfeden, yaklaşan kıyameti engellemek için zamanda geri dönmeye hırslanmış bilim insanları var. Şimdinin gözleriyle bakıp "fantastik" ya da "büyülü gerçekçilik" diyebileceğimiz tüm öğelerin o zamanın dokusu, o zamanın aklı içinde "gerçek" olduğunun şaşırtıcı ve aydınlatıcı vurgusu var.
Marquez batılı eleştirmenler tarafından büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden sayılıyor. Oysa kendisi Yüzyıllık Yalnızlık'la ilgili "Benim yaşadığım yerlerde bunların hepsi gerçekti" diyor.
Dün vitaminlere inanırdık, bugünse antioksidanlara inanıyoruz. Bir atomun içinde nelerin döndüğüne ve nelerin dönmediğine, öğrenmenin beyinde yol açtığı protein sentezine, yerin yedi kat altındaki ateş toplarına ikna olduk. Bugün inandıklarımızdan bazılarını hiç görmedik, duymadık, dokunmadık, birçoğunu da pek azımız gördü ve geri kalanlarımız onlara inanıyoruz. Kollektif olarak güvendiğimiz insanlar söylediği ve başka güvendiğimiz otoriteler de onayladığı için "bilmiyor ama inanıyoruz". Gerçekliğimiz bugün de inandıklarımızın toplamı. Pozitivizm bu anlamda sadece "ne koşullar altında inanmamız" gerektiğini söyleyerek birçok alanda "bilinebilir" olana sınırlar çizdi.
300 yıl önce güvendiğimiz insanlar bize uzak denizlerdeki kayalıklarda deniz kızlarının şarkı söylediğini söyleyecekti ve biz de gerçekliğimizi deniz kızlarının da olduğu bir dünyada şekillendirecektik. Belki belki kimbilir.
---to be continued---
Osmanlı bir bütün olarak üzerinde en tutarsız tartışmaların döndüğü tarihsel olgulara yataklık ediyor. Çarıktan, festen, padişah diktasından, kız çocuklarının okula gönderilmemesinden, okula gönderilen çocukların mahalle mekteplerinde falakaya yatırılarak soldan sağa yazmayı öğrenmesinden, en kabaca en kısaca "cehalet"ten kurtulmamızı ders kitaplarında sevinçle kutlanmış halde öğreniyoruz.
Osmanlı gerçeği ile bu gerçek başlığı altında kağıtlara yeni harflerle yazılanlar arasındaki boşluğu "biz aslında en düşmüş halimizle bile tüm dünyadan, batıdan, herkesten üstünüz" diye sayıklayarak kapatmaya çalışıyoruz.
Belki bunun miladını daha gerilerden, mesela 1908'den almak gerekiyor. O tarihten beri savaşlar, devrimler, darbeler, iç savaşlar ve kanlı/kansız başka çatışmalarla sürüp giden hesaplaşmaların merkezinde "gericilik" ve "ilericilik" kulvarları her daim baki.
Tarihi sürekliliğinden koparmasaydık şimdi bu kadar gerici, bu kadar körüne ilerici, bu kadar reddedici, bu kadar sahiplenici, bu kadar kimliksiz, bu kadar fragmante olur muyduk?
Puslu Kıtalar Atlası 35 baskı yapmış. Ama hayır bu soruya cevap vermek gibi bir iddiası olmamış. Okuyanı elinden tutmuş 300 yıl öncesine, topkapı surlarından ötesinde eşkiyaların gezdiği, Galata'da dünyanın her yerinden koparılmış esirlerin bu şehrin bir parçası olmak üzere satıldığı, Haliç kıyılarına korsanların yanaştığı, çok kültürlülüğün, çok kimlikliliğinin ve hatta kardeşliğin tanımlanmasından çok önceleri 72 miletten insanın cirit attığı bir İstanbul'a götürmüş.
Ve orda tarih bilgisinden daha değerli bir şeyler var. O tarihin öznesi, nesnesi olmuş insanların zihinleri, Descartes'a kafa tutan deneyimleri, beyaz önlüksüz ve gözlüksüz yaptığı elkimya deneyleri var. Sarayda öldürülenlerin cesetlerini çalarak anatomi atlası hazırlamaya ömrünü vakfeden, yaklaşan kıyameti engellemek için zamanda geri dönmeye hırslanmış bilim insanları var. Şimdinin gözleriyle bakıp "fantastik" ya da "büyülü gerçekçilik" diyebileceğimiz tüm öğelerin o zamanın dokusu, o zamanın aklı içinde "gerçek" olduğunun şaşırtıcı ve aydınlatıcı vurgusu var.
Marquez batılı eleştirmenler tarafından büyülü gerçekçilik akımının öncülerinden sayılıyor. Oysa kendisi Yüzyıllık Yalnızlık'la ilgili "Benim yaşadığım yerlerde bunların hepsi gerçekti" diyor.
Dün vitaminlere inanırdık, bugünse antioksidanlara inanıyoruz. Bir atomun içinde nelerin döndüğüne ve nelerin dönmediğine, öğrenmenin beyinde yol açtığı protein sentezine, yerin yedi kat altındaki ateş toplarına ikna olduk. Bugün inandıklarımızdan bazılarını hiç görmedik, duymadık, dokunmadık, birçoğunu da pek azımız gördü ve geri kalanlarımız onlara inanıyoruz. Kollektif olarak güvendiğimiz insanlar söylediği ve başka güvendiğimiz otoriteler de onayladığı için "bilmiyor ama inanıyoruz". Gerçekliğimiz bugün de inandıklarımızın toplamı. Pozitivizm bu anlamda sadece "ne koşullar altında inanmamız" gerektiğini söyleyerek birçok alanda "bilinebilir" olana sınırlar çizdi.
300 yıl önce güvendiğimiz insanlar bize uzak denizlerdeki kayalıklarda deniz kızlarının şarkı söylediğini söyleyecekti ve biz de gerçekliğimizi deniz kızlarının da olduğu bir dünyada şekillendirecektik. Belki belki kimbilir.
---to be continued---
Etiketler: siyaset karıştırmak
edebiyat,
siyaset karıştırmak
2 Mayıs 2009 Cumartesi
mayısın en güzel günü
Aynı eylem içinde en son birlikte bulunduğumuzda Pinhan anarşist, Hasretle ben ise sosyalisttik. Çalar saat, uyku, kahvaltı, merak ve barikat gibi bir sürü önemli sebepten dolayı, Pinhan sosyalist olan babası ile sosyalistlerin toplanma noktasına giderek bizden 1 saat kadar önce meydana çıkmayı başardı. Hasret'le ikimiz ise anarşistlerin toplandığı yerin oralarda, Dolapdere'den Cihangir'e kocaman bir labirent içinde Taksim Meydanı'ndaki peynire ulaşmaya çalışan fareler gibiydik. Barikatlarla çıkmaz sokağa çevrilmiş olan sokaklar dışındakilerde ise çoğunlukla biber gazı ve aşağı doğru koşanlar gibi koşullu korku uyaranları vardı.
Anarşistler rol çalarken
Özellikle de eylemler sırasında şiddete başvuranlardan "anarşist" diye bahsedenler bu 1 mayısta haklıydı. Yasadışı oluşumların uzantıları olan sol gruplardan beklenen cam kırma, molotoflama, barikat yıkma gibi eylemleri bu sene gerçekleştirenler anarşistlerdi.
Sosyalistlerin böyle eylemleri gerçekleştirebilmek için her aşaması çok gizli uzun toplantılar, eğitimler, sınamalardan geçtikleri yerde anarşistler internetten örgütlenerek, bir gece önce tahminen çok eğlenerek, gizlenmeden ve büyütmeden sapanlarına taş, çantalarına molotof doldurdu.
Evet uzak hedeflere kilitlenmeden eldeki olanaklarla tepki vermek anarşistleri komünistlerin karşısında avantajlı kılıyor. Ama tepki amaca hizmet ediyorsa işlevseldir. Bu noktanın dışında "şiddetin meşruluğu" şimdi tartışmaya başlarsak bitmeyecek kadar uzun bir konudur ama yine de sağduyudan yana olduğumu söylemek isterim.
Ne o bankaların camı umrumda, ne de en insancıl güç gösterisi "dağılın laynnn" diye hönkürmek olan polislerin canının yanması. Ama şiddet eylemine katılmaya ve sonuçlarına katlanmaya onay vermemiş insanları hesaba katmamak bir etik ihlali. Herkesin amacı Taksim Meydanı'na ulaşmakken bu konudaki çabaları boşa çıkaracak her molotof bize geri dönmüş demektir.
Geçen sene yine Hasret'le birlikte polisten kaçmadık taş atanlardan kaçtığımız kadar. Hele bir de polisin üstüne biber gazı atmaya çalışanlar olmuş, kimbilir kaç eylemcinin nefesini kestiler.
Herkes için en iyi olacak şeyi kendi bildiğine inandığı için kendi eyleminin başkasına getirdiği sonuçları önemsemeyen bir cesaret timsali olmaktansa saftorik bir şiddet karşıtlığını yeğliyorum.
Kul oldun köle oldun kurşun geçirmez cam oldun
Şiddet ve 1 mayıs demişken, türk polisi, türk emniyet müdürü ve türk valisi bu sefer de rollerini eksiksiz yerine getirdi. Polis olmak, üniforması olmadan bir hiç olanlara en iyi ihtimal evleri dağıtıp bırakma, karşısındakini böcek yerine koyma ve kadın karşısında yıvışıverme ayrıcalıklarına sınırsız ve sorgusuz erişim hakkı sağlar. Cinayet, tecavüz ve işkence ise daha mütalaalı olsa da bu adamcıkların kullanmaktan pek çekindirilmedikleri haklarıdır.
Bu sene kimseyi pek şaşırtmayan polis teşkilatı ise hiç özlemediğim televizyon maskaralıklarından biri olan "Habertürk"e göre "şiddet karşıtı grupların şiddet eylemlerine bile izin vermeyecek bir esneklik içinde" imiş. Mantıklı cümle kullanmayı öğrenememiş insanların eline mikrofon vermemelerini rica ediyorum bu kanaldan. Ayrıca arkanızda gaz bombaları patlarken şiddetin kanıtı olarak gösterdiğiniz üç tane misket kimseyi güldürmüyor.
Bu kanalın başka bir güldürmeyen iddiası ise "polisin nabız ölçtüğü" idi. İddiaya göre polis herkesin nabzını ölçmüş, nabzı yüksek çıkanların çantasını aramış ve molotof kokteyli buluvermiş.Ah tıp bilimi sen nelere kadirsin! Silahı üzerine çekinmeden boşalttığınız onca insandan sonra kim size çarpıntısız yaklaşabilir ki?
Seneye eylemcilere beta blokeri, polislere ise yalan makinesi öneriyorum.
1 Mayıs Sıkıcıları
Sıkılmak önemli bir işlev. Kahveye sarılmaya, düşünmeye ve kaçınmaya yol açar.
Bu 1 mayısta maruz kaldığım kişiler arasında en sıkıcısı Habertürkü izlediğimiz çay ocağındaki mahallenin hacı amcası tipli adamdı. Polisin haklı olduğunu, sabah burda yedi kişinin kafasının yarıldığını dünyanın en özgür ülkesinin Arabistan olduğunu yüksek sesle ve 20 kelimeyle uzun uzun anlattı.
Bazı sıkıcılar ise orta yaş ve üstü solcular arasından çıktı. "Hazır gençleri bulmuşum bilgilerimden faydalandırayım" diye düşünerek "Polis yolları emekçilerden korktuğu için kapıyor,doğruyu söyleyenlerden korkuyor bu polisler" gibi hakkaten de kimsenin aklına gelmeyecek tespitleri yüksek sesle ve daha çok kelimeyle dile getirdiler.
Bir de ayna karşısında prova edilmiş mimiklerle çevresine emir yağdıran üniversiteli delikanlılar gördüğüm yerde daha çok sıkılmamak için kaçmaya çalıştım.
"Sıkıcı" kategorisinde değerlendirerek "baskılama" ve "yok sayma" gibi niteliklerine haksızlık ettiğim pankart açıcılar ise her zamanki gibi iş başındaydı. Herkesin istemeden bulunduğu ara sokaklardaki -kesinlikle heterojen- kalabalıkları kendi kitesi saymaktan hiç çekinmeden imzalı pankartını açarak, kendi propogandasını yapan slogan atanlar o kalabalığı dört bir yandaki ara sokaklara itmek konusunda üstün başarı gösterdi.
Son olarak teşekkür
Gün boyu birbirimizi hiç kaybetmeden düşe kalka beraber ilerlediğimiz Hasret'a. canlı telefon bağlantısıyla bizi yönlendirip alana giriş noktalarından haberdar eden Pinhan'a, bizi labirentten çıkış yoluna götüren Niko'ya..
Barikatları aşanlara, barikatları açanlara...
...veee görüşmediğimiz onca yıldan beri aklını da kendini de değişmekten korkmadan güzel tuttuğu ve hala ortalığa onca neşe saçabildiği için Kostik'e.
Anarşistler rol çalarken
Özellikle de eylemler sırasında şiddete başvuranlardan "anarşist" diye bahsedenler bu 1 mayısta haklıydı. Yasadışı oluşumların uzantıları olan sol gruplardan beklenen cam kırma, molotoflama, barikat yıkma gibi eylemleri bu sene gerçekleştirenler anarşistlerdi.
Sosyalistlerin böyle eylemleri gerçekleştirebilmek için her aşaması çok gizli uzun toplantılar, eğitimler, sınamalardan geçtikleri yerde anarşistler internetten örgütlenerek, bir gece önce tahminen çok eğlenerek, gizlenmeden ve büyütmeden sapanlarına taş, çantalarına molotof doldurdu.
Evet uzak hedeflere kilitlenmeden eldeki olanaklarla tepki vermek anarşistleri komünistlerin karşısında avantajlı kılıyor. Ama tepki amaca hizmet ediyorsa işlevseldir. Bu noktanın dışında "şiddetin meşruluğu" şimdi tartışmaya başlarsak bitmeyecek kadar uzun bir konudur ama yine de sağduyudan yana olduğumu söylemek isterim.
Ne o bankaların camı umrumda, ne de en insancıl güç gösterisi "dağılın laynnn" diye hönkürmek olan polislerin canının yanması. Ama şiddet eylemine katılmaya ve sonuçlarına katlanmaya onay vermemiş insanları hesaba katmamak bir etik ihlali. Herkesin amacı Taksim Meydanı'na ulaşmakken bu konudaki çabaları boşa çıkaracak her molotof bize geri dönmüş demektir.
Geçen sene yine Hasret'le birlikte polisten kaçmadık taş atanlardan kaçtığımız kadar. Hele bir de polisin üstüne biber gazı atmaya çalışanlar olmuş, kimbilir kaç eylemcinin nefesini kestiler.
Herkes için en iyi olacak şeyi kendi bildiğine inandığı için kendi eyleminin başkasına getirdiği sonuçları önemsemeyen bir cesaret timsali olmaktansa saftorik bir şiddet karşıtlığını yeğliyorum.
Kul oldun köle oldun kurşun geçirmez cam oldun
Şiddet ve 1 mayıs demişken, türk polisi, türk emniyet müdürü ve türk valisi bu sefer de rollerini eksiksiz yerine getirdi. Polis olmak, üniforması olmadan bir hiç olanlara en iyi ihtimal evleri dağıtıp bırakma, karşısındakini böcek yerine koyma ve kadın karşısında yıvışıverme ayrıcalıklarına sınırsız ve sorgusuz erişim hakkı sağlar. Cinayet, tecavüz ve işkence ise daha mütalaalı olsa da bu adamcıkların kullanmaktan pek çekindirilmedikleri haklarıdır.
Bu sene kimseyi pek şaşırtmayan polis teşkilatı ise hiç özlemediğim televizyon maskaralıklarından biri olan "Habertürk"e göre "şiddet karşıtı grupların şiddet eylemlerine bile izin vermeyecek bir esneklik içinde" imiş. Mantıklı cümle kullanmayı öğrenememiş insanların eline mikrofon vermemelerini rica ediyorum bu kanaldan. Ayrıca arkanızda gaz bombaları patlarken şiddetin kanıtı olarak gösterdiğiniz üç tane misket kimseyi güldürmüyor.
Bu kanalın başka bir güldürmeyen iddiası ise "polisin nabız ölçtüğü" idi. İddiaya göre polis herkesin nabzını ölçmüş, nabzı yüksek çıkanların çantasını aramış ve molotof kokteyli buluvermiş.Ah tıp bilimi sen nelere kadirsin! Silahı üzerine çekinmeden boşalttığınız onca insandan sonra kim size çarpıntısız yaklaşabilir ki?
Seneye eylemcilere beta blokeri, polislere ise yalan makinesi öneriyorum.
1 Mayıs Sıkıcıları
Sıkılmak önemli bir işlev. Kahveye sarılmaya, düşünmeye ve kaçınmaya yol açar.
Bu 1 mayısta maruz kaldığım kişiler arasında en sıkıcısı Habertürkü izlediğimiz çay ocağındaki mahallenin hacı amcası tipli adamdı. Polisin haklı olduğunu, sabah burda yedi kişinin kafasının yarıldığını dünyanın en özgür ülkesinin Arabistan olduğunu yüksek sesle ve 20 kelimeyle uzun uzun anlattı.
Bazı sıkıcılar ise orta yaş ve üstü solcular arasından çıktı. "Hazır gençleri bulmuşum bilgilerimden faydalandırayım" diye düşünerek "Polis yolları emekçilerden korktuğu için kapıyor,doğruyu söyleyenlerden korkuyor bu polisler" gibi hakkaten de kimsenin aklına gelmeyecek tespitleri yüksek sesle ve daha çok kelimeyle dile getirdiler.
Bir de ayna karşısında prova edilmiş mimiklerle çevresine emir yağdıran üniversiteli delikanlılar gördüğüm yerde daha çok sıkılmamak için kaçmaya çalıştım.
"Sıkıcı" kategorisinde değerlendirerek "baskılama" ve "yok sayma" gibi niteliklerine haksızlık ettiğim pankart açıcılar ise her zamanki gibi iş başındaydı. Herkesin istemeden bulunduğu ara sokaklardaki -kesinlikle heterojen- kalabalıkları kendi kitesi saymaktan hiç çekinmeden imzalı pankartını açarak, kendi propogandasını yapan slogan atanlar o kalabalığı dört bir yandaki ara sokaklara itmek konusunda üstün başarı gösterdi.
Son olarak teşekkür
Gün boyu birbirimizi hiç kaybetmeden düşe kalka beraber ilerlediğimiz Hasret'a. canlı telefon bağlantısıyla bizi yönlendirip alana giriş noktalarından haberdar eden Pinhan'a, bizi labirentten çıkış yoluna götüren Niko'ya..
Barikatları aşanlara, barikatları açanlara...
...veee görüşmediğimiz onca yıldan beri aklını da kendini de değişmekten korkmadan güzel tuttuğu ve hala ortalığa onca neşe saçabildiği için Kostik'e.
Zihnimiz Bizimdir Hareketi Bildirge Taslağı
1. zihnimiz bizimdir. onun üzerindeki tek irade bize aittir.
2. zihnimiz üzerindeki irademizi teslim almaya çalışanlar suçluysa zihnini teslim edenler de onlar kadar suçludur. zihnimiz sorumluluğumuzdur.
3. zihnimizin işleyiş, gelişim ve değişimine ilişkin tüm bilgiler bizim hakkımızdır. bu konuda bizi yanıltanlar cezalandırılmalıdır.
4.Zihnimizin algılayışımızı, algılayışımızın eylemimizi, eylemimizin dünyayı değiştirdiğini bilmemiz elzemdir (ka'ya teşekkürlerle)
2. zihnimiz üzerindeki irademizi teslim almaya çalışanlar suçluysa zihnini teslim edenler de onlar kadar suçludur. zihnimiz sorumluluğumuzdur.
3. zihnimizin işleyiş, gelişim ve değişimine ilişkin tüm bilgiler bizim hakkımızdır. bu konuda bizi yanıltanlar cezalandırılmalıdır.
4.Zihnimizin algılayışımızı, algılayışımızın eylemimizi, eylemimizin dünyayı değiştirdiğini bilmemiz elzemdir (ka'ya teşekkürlerle)
rüya II
rüyamda olmaya çalıştığımdan başka ama olduğum biri de değildim.
önce uzun süredir görmediğim bir tanıdıkla artık yüzünü görmek istemediğim bir eski sevgiliye rastlayıp tepebaşından şişhaneye doğru onlarla yürüdüm. sonra ikisi de aynı şey için aday olacaklarını söylediler. eski sevgilime kendisine oy vermeyeceğimi söyledim.
sonra bir garson beni dövmeye kalktı. önce lokantada sonra uçakta. uçağa eski sevgilim bindi. beni korumasını istedim. kendisinden hiç hoşlanmadığım biri beni korumak istemedi diye çok öfkelendim, kötü rüya kabusa dönüştü.
sonra bir pencereden boğaz köprüsünü gördüm. denizi görmedim. ama boğaz köprüsü yakınsa denizin de kaçışın da yakın olduğunu düşündüm. sadece düşündüm.
aslında belki üçü de başka rüyalardı...
önce uzun süredir görmediğim bir tanıdıkla artık yüzünü görmek istemediğim bir eski sevgiliye rastlayıp tepebaşından şişhaneye doğru onlarla yürüdüm. sonra ikisi de aynı şey için aday olacaklarını söylediler. eski sevgilime kendisine oy vermeyeceğimi söyledim.
sonra bir garson beni dövmeye kalktı. önce lokantada sonra uçakta. uçağa eski sevgilim bindi. beni korumasını istedim. kendisinden hiç hoşlanmadığım biri beni korumak istemedi diye çok öfkelendim, kötü rüya kabusa dönüştü.
sonra bir pencereden boğaz köprüsünü gördüm. denizi görmedim. ama boğaz köprüsü yakınsa denizin de kaçışın da yakın olduğunu düşündüm. sadece düşündüm.
aslında belki üçü de başka rüyalardı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)