Another remarkable moment was when we had to let ourselves down the hill, and I was afraid so he did it first and was OK. Although I was still scared, I led myself to a soft ascendance down the hill. So maybe I should ascend. Or I want him to do this first, or I assume he already did it, so me too, I already did it and found it less humiliating then I thought it would be.
10 Ağustos 2011 Çarşamba
yine rüya evet
I think I was really seeking for guidance but with this workplace friend who I've just started to respect but always had fun with. Yes, although the lighthouse was really close, but we had hard time reaching it and we had to. I climbed up and down the hill, saw a dog under some rocks and saw its puppy a few steps away. I was not afraid. Then I somehow reached it, alone but felt terrified when I thought I was alone on this desolate bulk of rocks. I experienced one of those relieving dream moments when I saw that those rocks were connected with the main land which is also an island all alone in the sea. So, I think I also have fears about the guidance I am willing to find. Maybe, it will make me lonely and leave me uncivilized, therefore unprotected.
11 Haziran 2011 Cumartesi
rüya hep
çok acayip bi rüya değildi ama uyanıp da düşündüğümde ilginç geldi. aslında ilk kısmını hayal meyal, ikinci kısmını ise büyük bir netlikle hatırlayabilmek rüyanın senaryosundan daha da ilginçti.
neyse ilk kısmında birileri arasında birşeyler geçiyordu, genç bir kadın ve genç bir adam, sanki biri evli ya da ikisi de ve ben rahat rahat zina edebilmeleri için evimi açmışım ve çok eğleniyoruz hep birlikte. yanlarında küçük hayvanlar getirmişler benim için, köprülerde falan satılan küçük kurmalı hayvanların aynısı canlı hayvanlar, onlarla oynuyoruz, çok tatlılar. bir neşe, bir mutluluk.
Ben mutfağa geçip geniş bir tencereye kaynatmak üzere su koyuyorum, sonra bir bakıyorum tencerede çok az su kalmamış ve o küçük hayvanlardan beyaz olanı tencerenin dibinde cansız gibi yatıyor. öldüğüne inanmak istemiyorum, uzun süre uğraşıyorum, soğuk suya tutuyorum, heryerine bepanthene sürüyorum. gözlerini açıyor sonunda, pıt pıt kalbi atmaya başlıyor çok mutlu oluyorum.
20 Mayıs 2011 Cuma
those were the days my friend,
tezimi yazma niyetiyle bilgisayarın karşısına oturup başlamadan önce birkaç gün buralara yazılar döşemem resmi bir zorunluluk olduğundan dolayı eskiden başlayıp bitiremediğim bir girişe devam ediyorum. zira artık multiple personality disorderdan muzdarip meslek anlayışımın daha az istediğim ama daha çok takdir gören personasını 9-6 yollarında performe ettiğimden dolayı ilginç şeyler düşünecek daha az vaktim var. ve henüz boğazımda zincir falan da hissetmediğimden anlatacak bir dramım da yok. üstelik de öyle bir popülasyonla çalışıyorum ki, en büyük dramlarım bile dert değilmiş gibi gelmeye başladı. terapotik de bi taraftan
ama labaratuvarı, kesinlikleri, hep öğrenecek birşey kalmasını ve exact science'ların suya sabuna dokunmaz görünen gücünü şimdiden çok özledim. daha çok da hayatımın yarısını dayanışma, kollektivite, komün falan gibi iddialar taşıyan örgütlenmelerde geçirmeme karşın, gerçek ve güvenilir bir dayanışma hissini iki kişiden fazlasının bulunduğu topluluklarda belki ilk defa bu kadar tam ve sürekli olarak yaşadığım dostlarımı her an yanımda bulmayı, onlarla bir elin eldivene uyum sağladığı gibi uyum sağladığımız bilimsel üretim hareketliliğini en çok da herkesin birbirinin sınırlarını söylenmeden bildiği ve asla ötesine geçmeye çalışmadığı sevgi dolu saygıyı çok çok çok özledim. orda mutluydum gerçekten de.
ama sanırım üniversitede de böyle mutlu olduğum bir dönem olmuştu. gerçi çok gençtik o zamanlar hepimiz, alabildiğine acemi. özellikle de tüm küçük burjuvalığımla, her türlü marjinalliğe ve her türlü romantik kahramanlıklara eğilimimle ben. güneş hala tepedeyken yazmalı bunları, gece üretkenliğin zamanıdır çünkü, gündüzse anılara kapılıp gitmenin. hiçbir hecesini anlayamasan da her notasıyla geçmişin artık eskidiğini söyleyen govinda'yı dinlemenin. o yüzden gece olmadan, sandıklar açılmadan ve ben ilk defa halaylardan uzak bir seçim sonucu geçirecekken yazmalı bunları.
geçen günlerde en kızılımızı abd'ye yolcu ettik. o yıllarımın en renkli insanlarından biriydi kızıl ve ben sadece bir hafta önce nerdeyse hep birlikte yaşadığımız evin ordan geçmiş ve tepeden tırnağa anılara batmıştım. belki de önce onu anlatmam lazım.
ekimden beri iki haftada bir okuldan çıkıp trene binerek bakırköye gidiyor sonra dolmuş ya da otobüsle eve dönüyorum. o hafta eve değil okula dönmem gerekiyordu fakat herkesin akıllı zannettiği bir gerizekalı olduğumdan bu kadar zamandır bindiğim istasyonun hangisi olduğunu bilmiyormuşum bir önceki istasyonda inip yürümek zorunda kaldım. üstelik de yanlışlıkla indiğim istasyon bir yıl boyunca oturduğum evin olduğu yerdeydi.
böylece eskaza pms'de olsam beni zırıl zırıl ağlatabilecek bir yürüyüş yaptım. üniversitedeki sevgilimle yaşadığımız evi, birkaç sokak ötedeki zindandan korktuğu için bize her geldiğinde evine bıraktığımız n.'nin evi, biraz ötede ilk kedimi gömdüğümüz park ben kendimi hiç hazırlamamışken bir anda karşıma çıktı. bundan birkaç gün sonra da kızılın veda gecesine çağırdı facebooktan bir arkadaş. kızıl değil facebook cep telefonu bile kullanmadı hayatı boyunca. kendisi istediği zaman-ki her zaman istedi- erişilebilir oldu ve hep kendi istediği yerlerde bulundu. partinin o demirden görev dağılımını bile aştı böylece ve hayatımda en çok korktuğum günlerde, en çok korktuğum görevde o sırada aşık olduğu z. ile birlikte görevlendirdiğimiz için yanımdaydı. kendisi eğlenmiyorken bile eğlendirebildi bizi, kendisi gülmese ve hatta için için kızsa bile güldük ona. her türden şuursuzluğu zihninde toplayabilmiş bir garip adamdı, yeni örgütlendiğinde sanırım t. ile ikimizi gözüne kestirmişti hiç ayrılmadı bizden, biz t. ile ayrılana kadar da sürdü üçümüzün bir arada olma hali. bizim evin oraya giden son otobüs 12'ye 10 kalaydı ve dolmuşa verecek paramız olmazdı asla. o saate kadar galatasarayın arkasındaki labirentlerde dolaşır ve onun bizi "takip yerken kaçmanın yolları" konulu eğitimine maruz bırakmasına izin verirdik. zaten ona izin vermememin yolu yoktu, denize düştüğünde bile sırılsıklam çıkıp anlattığı şeye kaldığı yerden devam edebilen bir garip perseverasyon tüm hayatını belirlemiş gibiydi. anlatmak istediği şey bir şekilde bölündüğünde insanın kapısına gecenin bi yarısı dayanıp onu tamamlayabilecek dirayete sahipti.
sonra yıllar sonra bir gece yine karşılaştık, t., o ve ben. fındıklı sahili çok kalabalıktı hem de çok. bizim dışımızdaki insanlar sussa da biz üçümüz konuşsak diye bekledik ve biraz başbaşa kalabildiğimiz bir anda onlara "hep üçümüzün birlikte yaşlanacağını düşünmüştüm" dedim, "birlikte yaşlanalım" dedi. işte hüzünlü olan da bu zaten sanırım, birlikte yaşlanabileceğimize bir tek o inanıyordu, ben de t. de biliyorduk başka yerlere savrulmasak da artık birlikte yaşlanmamıza izin vermeyecek alışkanlıklar geliştirdiğimizi ve dilimizden düşürmediğimiz sınıf gerçeğinin kendini en acı haliyle üniversiteden mezun olduktan sonra gösterdiğini, kimilerinin yüksek lisans doktora sürtecek lüksü varken kimilerinin sözleşmeli öğretmenliğe körlük gibi mahkum olduğunu. o böyle şeyleri bilmezdi.
şimdi karşıdaki cama yansıyan görüntüme bakıp "ne değişti" diyorum. herşey değişti. yine de mutluyduk o zamanlar. herşey güzel değildi ama üniversitedeysen ve yaşam kavgası uzaksa sana daha güzel birşeyler vardır her zaman. o zaman gülerek fotoğraf çektirebilirsin ve nohut pişirip gülebilirsin. ahmet kayaya benzeyen bir tamirci kofrayı patlatır ama sen onu içeri çağırarak az önce içinden çıkıp geldiğin kavganın haberlerini seyredersin. biraz pembedir üniversite yılları.
olur da bir gün okursan seni özlediğimi ve hayatım boyunca özleyeceğimi bil kızıl. her ev taşımamıza bütün okulu taşımana karşın hiç yardım etmeyip gitar çalmanı, her randevuna geç kalıp da yine sabahın yedisine randevu vermekteki ısrarını, evdeki herkesi uyandırıp sonra uyumanı, her çatışmadan sonra ciddi şekilde yaralandığına ilişkin hipokondriak endişelerini, 8de bitmesi gereken toplantıları gecenin 1ine kadar sürdüren karşı çıkışlarımızı, siyasetler toplantılarında herşeyi yanlış anlamalarını, kargacık burgacık yazınla milyonlarca not aldığın vew sürekli orda burda unuttuğun defterini ve belki hepsinden öte diğer siyasetlerin bize ne kadar gıcık kaptığını anlamayıp onlarla dost olma çabandaki saflığı özledim. hep özlüyordum, şimdi yoksun ve şimdi daha çok özledim.
7 Mayıs 2011 Cumartesi
oda orkestrası
içinde annemlerin salonundaki 1176 kişilik yemek masası ve de kuyruksuz bir siyah piyano bulunan yeni odam şimdiki evimin alt katındaydı, rüyanın bir anında yatağımda oturup bu odayı neden hiç kullanmadığımı ve piyanom olmasına karşın neden onu hiç çalmadığımı düşünüyor, kendi serkeşliğime kızıyordum. sonra çoğunu hatırlamadığım bir sürü olay, bir sürü kavga dövüş, birileri birilerine kebap ısmarlayıp duruyor ve ben niyeyse çok kızıyorum buna. sürekli bir "yapmamalıyım, olmuyor" hissi.
sonra onunla birlikte bir arabaya binip denizin üzerinden sürdük arabayı-daha önce bir kere de denizde sandallarda yaşayan bir kabile görmüştüm, tohumlarını denize savurup çimlenmesini bekliyorlardı- , piyanom tepemizde tüm heybetiyle boğaz köprüsü olarak duruyordu ve bu çok normaldi, acayip normal. sanırım bir piyanom olduğu için biraz dalga geçiyordu benle. ama arabayı sürüp sürüp ulaşamadık bir türlü oraya. hep yakınlaştık ama hiç ulaşamadık.
11 Nisan 2011 Pazartesi
rüyalar
bu aralar daha uykuya düşmeden rüya görmeye başlıyor, sabah saatin zilini "bi dakka be daha rüyam bitmedi" diye kapatarak bitmek bilmez rüyalarıma kaldığım yerden devam ediyorum.
bir süredir devam eden rüyalarımda başka biri olma hali biraz abardı bu aralar. rüyasında çaydanlık, napolyon falan olabilen çatlakları hep kıskanmışımdır, ben çinli bir görünümde de olsam benim hep rüyalarımda. ama hiç davranmadığım gibi davranıyor, hiç düşünmediğim gibi düşünüyorum.
geçen gecelerden birinde rüyamın konuk oyuncusu bir dönem garip bir aşk beslediğim dünyanın en güzel erkeğiydi. beni görmeye gelmiş ve benimle konuşmaya çalışıyor, ilgileneceğimi düşündüğü konuları açıyor, bense onun sorularına "ha öyle mi ben pek politik takılmıyorum bu aralar, hiç de umrumda değil memlekette ne olduğu gibi" cevaplar verip geçiştirmeye çalışıyordum. bir sonraki planda labaratuvarımdaydım, pratik salonundan sesini duyuyordum beni soruyordu ordakilere, beni o kadar güzel tarif ediyordu ki kendimi bişey sandım ama ben bi an önce kaçmak ve izimi kaybettirmek derdindeydim. tam kaçarken yakalanıyordum, tüm olgunluğuyla yine benle iletişim kurmaya çalışıyor ben yine öküzlüklerimi doruğa çıkartmak için kendimle yarışıyordum. allah belanı versin senin bilinçdışı gibisi, ne diyim sana artık.
yalnız daha garibi bazen çok dehşet verici rüyalar görüp hiçbir dehşet duymadan içinde yer almam oluyor. mesela dün gece gördüğüm rüyayı anlatmayı çok istedim ama yemin ederim ki maruz bırakacağım dostlarıma kıyamadım. rüyaların anılardan daha farklı bellek kayıtları oluşturduğunu ve silinmeye daha az dirençli olduklarını düşündüğüm için -evet hakikaten de zahmet edip doğrulamadım bu düşünceyi- buraya yazacağım bunu. rüyamda kafamı bedenimden ayırmışlar ve sanırım tıbbi bir değeri olan bir çubuğa takmışlar, vücuduma ise teşhis amaçlı otopsi benzeri birşey yapıyorlardı, tüm organlarım açıktaydı, ama ben olduğum yerden süper ilginç bişey izler gibi izliyordum olan biteni. aslında önce sigaradan kapkara olmuş ciğerlerimi görmeyim diye bakmadım, sonra merakıma yenik düştüm "kalbimi çıkarsana bakayım" dedim doktorlardan birine, o da eline alıp gösterdi, kalbim adamın elinde atıyordu. "ilk defa ışık görüyor iç organlarım, demek ki ilk defa renkleri var" ve "keşke beynimi de görebilsem, meğerse yokmuş" benzeri geyikler yapıyordum adam da bana oklahomada geliştirilen bir yöntem sayesinde çok yakında bunun da mümkün olacağına söylüyordu, "peki ben kendi beynimi, o esnada beynim benim bedenimin dışındayken nasıl algılayabilirim?" diye soruyodum, adam da hiç ikna edici olmayan ama karmakarışık uzun açıklamalar yapıyordu, ben de artık sıkıldığım ve biraz da iki saattir bağırsaklarımı yerinden çıkarıp inceleyen adamın onları tekrar aynı şekilde yerleştiremeyeceğinden korktuğum için "ha evet anladım, süpermiş hakikaten" diyordum. ama zerre kadar dehşet ve korku duymuyordum ve hatta şimdi yazarken de dehşet verici gelmiyor.
15 Mart 2011 Salı
keşke hiç kişilik testi çözmeseydim
bu aralar hayatımdaki en heyecanlı şey hiçbir şeyi doğru düzgün yıkamayan bulaşık makineme düzenlediğim operasyonun işe yarayıp yaramadığı. sınav gecesi bu gece öyle bekliyorum işte.
psikoloji okumaya başladığımda ve hatta diplomamı alıp "napcam şimdi" diye düşünmeye başladığımda, hatta ve hatta karşıma çıkan her şeyin ilgimi çektiği "zihinsel engellilerle çalışayım ben, yok yok galiba en iyisi travma yine" zamanlarımda bile aklıma en son gelen şey bi labaratuara kapanmaktı. kolaydı bizim lisans dersleri, sınavdan önce bi gece notlara göz gezdirdin mi geçiyodun, hatta göz gezdirmesen de geçiyodun. bu formülün tutmadığı tek dersim öğrenme dersiydi, üç kerede zor verdim o dersi. aynısı lisede biyoloji dersinde de başıma gelmişti, biyoloji konusundaki gerizekalılığım dillere destan, kulaklara küpe olmuştu gel gör ki ben mutluluğu nerde buldum şimdi; fizyoloji labaratuarında sıçan izlemekte.
şu kişilik testleri, kariyer seçim envanterleri, lise boyunca ağzımıza burnumuza soktukları tüm o ölçümler bi boka benzeseydi benimkilerin sonucunda "sanatçı, sanatçı tam sanatçı al götür koy louvre'un ortasına" yazmaz ve ben de tüm lise yıllarımı "sanatçıyım ben yeaaa" diye össye hazırlanmaya bile zahmet etmeden ortanın üstüne çıktığından bile emin olamadığım yeteneğimi geliştirmek adına kara kalem, kil ve suluboya arasında heba etmez ve belki şimdi genetik mühendislerine bile tepeden bakan hekimlerden biri olurdum.
hayvan kullanım kursu açıldı sonunda, formalite gereği bi sertifikam olması lazım, gidip sınıfta oturuyorum bütün gün, hayatımdaki bu heyecan patlaması biraz da bu yüzden sanırım. ama bu akşam yeni sıçanlarımı götürmek için labaratuara gittim, nasıl özlemişim. bi de ayyüzlüm sağolsun pırıl pırıl temizlemiş ortalığı, beni oraya gömseler gam yemem.
26 Şubat 2011 Cumartesi
gevezelik
otuz yaş güzel şeymiş netekim, zaten ben 29a girdiğim anda sorana sormayana 30 yaşındayım demeye başladığım için -29 çok pis bi yaş, 30muşsun da yalan söylüyomuşsun gibi- o psikolojik eşiği de pek tınmadım sanırım. başlangıçlı bişey bi kere 30'lu yaşlar var yeni başlıyor ama önemli bazı şeyler de bitmiş kabul ediliyor, mesela artık "böyle diyosun ama ilk sen evlenir, 3 de çocuk yaparsın", "şimdi sen mezun olunca sosyete psikologu olursun ne gülerim ha" laflarını falan duymuyorsun, olmuşsun işte ne olacaksan. çok da olmamışsın ama gençsin biraz hala.
bu aralar üniversitede, kafede, barda benden 10 yaş küçük gençlerin muhabbetlerine falan kulak misafiri olduğumda yaşlandığım için ellerimi açıp şükredesim geliyo. o toyluk, o kendini beğenmişlik bi de karşısındakini aptal yerine koyma mallığı da eşlik ediyorsa, ne çekilmez, ne itici yapıyor en isa tasvirine benzeyen güzelim oğlanları bile. yaşıtlarım arasında saçı dökülmemiş erkek kalmadığında, uzun saç fetişim beni genç erkek düşkünü dejenere bi kadına dönüştürür mü diye korkmuyorum artık sayelerinde.
ne diyordum nasıl dağıttım konuyu, yaşlandıkça bunlar da geçiyomuş geçen brain story belgeselinde izledim, yaşlılar aynı anda hem kelime dizisi ezberleyip hem de engellerin üzerinden geçerek yürümeyi başaramıyolar. birini yaparlarsa diğerini yapamıyorlar. ama gençler yapabiliyor bunu. belgeselde bunu yaşlılığın az göreve daha iyi odaklanma becerisi getirmesi olarak iyimserce yorumlamışlar ama bana lazım biraz o beceriden...neyse diyodum ki şu grafoman sevgilimin yazdıklarını okurken onu yazdığı sırada oğuz atay mı, vedat türkali mi okuyor çok belli olurdu. ben de bu aralar pucca'nın blogunu okuyorum, biraz fazla okudum galiba onu okurken aklımdan hep burda yazdığıma benzer cümleler geçiyor. yazmaya başlarken vazgeçmiştim "bana göre değil böyle laubali biçimde kendinden bahsetmek" diye, sonra dedim ki iki buçuk kişi takip ediyor zaten blogumu, biri sütyen askımın ne renk olduğunu bilir, diğerine de beynimin, duygularımın haritası olsa açar gösterirdim kimden çekincem, bu laubaliliği de yaptım gitti.
yalnız kendilikle ilgili yeni tanımlar yapmamız gereken bir çağa girdik sanırım, internet yüzünden oluyo sanırım hep. herkes ne kadar kıymetli, herkesin sözü, herkesin fikri ne kadar değerli, herkes ne kadar dünyanın en bişeyi, ben biraz yorulmaya başladım. hele de allahın belası meslektaşlarımın -şu meslekten bu kadar soğumamın birinci sebebi stklardaki pay kapma kavgasıysa, ikincisi de onlardır- ekmek teknesi dinlemek ve anlamakken görünürde, bir tanesi mi sorduğu soruya verilen cevabı bile aklına gelen ilgisiz bişey için bölmeden dinlemeyi beceremez? geçen sene her toplantıdan sonra bir sivilce çıkarırdım, neyse ki bu sene 30 yaşındayım, gülüp geçemesem de geçen seneki kadar dert etmiyorum.
ama sanırım şöyle oluyor bu durum, bu insanların psikolog olma isteğinin altında güç arayışı yatıyor temelde, bi de buna kolay yoldan ulaşma uyanıklığı tabi. sonra al eline en güçlü iktidar aygıtlarından birini; "değerlendirebilme yetisi"! hanfendi almış diplomasını, ordaki herkeste var aynı diplomadan ama bir şekilde onlar kendi kadar yeterli değil, doğru okuldan mezun değil, doğru ekole angaje değil, doğru bir cv'ye sahip değil, gözünün üstündeki kaşı doğru yerde değil, değil işte değil, en yeterli, en psikolog o. görmedin bile bahsedilen insanı hiç bilmessin sus di mi? yok hayır konuşucak "kişisel öfkelerini politik bir dile tercüme etmek yoluyla" diycek önyargılı olduğu insanı itin götüne sokcak illa. ya da önyargıya bile gerek yok, yapabiliyor ya, o yetkiye sahip ya, yapsın anasını satayım.
bi de şu "öfkeli" sıfatına atfedilenler de beni küplere bindiriyor. öfkeliysen mutlaka haksızsın. en olmadık şeyi en ahlaksız biçimde öne sürmüşsün, öfkelenmiyim de napıyım. sonra "öfkelisin feneradası", yani "haksızsın". sen bunu kabul etmeyip biraz daha öfkelenirsen, "sert"sin, sen orda yokken de "kişilik bozukluğusun" falan kimbilir.
daha fazla öfkelenmeden sonlandırıyorum ben bu girişi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)