20 Mayıs 2011 Cuma

those were the days my friend,

tezimi yazma niyetiyle bilgisayarın karşısına oturup başlamadan önce birkaç gün buralara yazılar döşemem resmi bir zorunluluk olduğundan dolayı eskiden başlayıp bitiremediğim bir girişe devam ediyorum. zira artık multiple personality disorderdan muzdarip meslek anlayışımın daha az istediğim ama daha çok takdir gören personasını 9-6 yollarında performe ettiğimden dolayı ilginç şeyler düşünecek daha az vaktim var. ve henüz boğazımda zincir falan da hissetmediğimden anlatacak bir dramım da yok. üstelik de öyle bir popülasyonla çalışıyorum ki, en büyük dramlarım bile dert değilmiş gibi gelmeye başladı. terapotik de bi taraftan
ama labaratuvarı, kesinlikleri, hep öğrenecek birşey kalmasını ve exact science'ların suya sabuna dokunmaz görünen gücünü şimdiden çok özledim. daha çok da hayatımın yarısını dayanışma, kollektivite, komün falan gibi iddialar taşıyan örgütlenmelerde geçirmeme karşın, gerçek ve güvenilir bir dayanışma hissini iki kişiden fazlasının bulunduğu topluluklarda belki ilk defa bu kadar tam ve sürekli olarak yaşadığım dostlarımı her an yanımda bulmayı, onlarla bir elin eldivene uyum sağladığı gibi uyum sağladığımız bilimsel üretim hareketliliğini en çok da herkesin birbirinin sınırlarını söylenmeden bildiği ve asla ötesine geçmeye çalışmadığı sevgi dolu saygıyı çok çok çok özledim. orda mutluydum gerçekten de.
ama sanırım üniversitede de böyle mutlu olduğum bir dönem olmuştu. gerçi çok gençtik o zamanlar hepimiz, alabildiğine acemi. özellikle de tüm küçük burjuvalığımla, her türlü marjinalliğe ve her türlü romantik kahramanlıklara eğilimimle ben. güneş hala tepedeyken yazmalı bunları, gece üretkenliğin zamanıdır çünkü, gündüzse anılara kapılıp gitmenin. hiçbir hecesini anlayamasan da her notasıyla geçmişin artık eskidiğini söyleyen govinda'yı dinlemenin. o yüzden gece olmadan, sandıklar açılmadan ve ben ilk defa halaylardan uzak bir seçim sonucu geçirecekken yazmalı bunları.

geçen günlerde en kızılımızı abd'ye yolcu ettik. o yıllarımın en renkli insanlarından biriydi kızıl ve ben sadece bir hafta önce nerdeyse hep birlikte yaşadığımız evin ordan geçmiş ve tepeden tırnağa anılara batmıştım. belki de önce onu anlatmam lazım.

ekimden beri iki haftada bir okuldan çıkıp trene binerek bakırköye gidiyor sonra dolmuş ya da otobüsle eve dönüyorum. o hafta eve değil okula dönmem gerekiyordu fakat herkesin akıllı zannettiği bir gerizekalı olduğumdan bu kadar zamandır bindiğim istasyonun hangisi olduğunu bilmiyormuşum bir önceki istasyonda inip yürümek zorunda kaldım. üstelik de yanlışlıkla indiğim istasyon bir yıl boyunca oturduğum evin olduğu yerdeydi.
böylece eskaza pms'de olsam beni zırıl zırıl ağlatabilecek bir yürüyüş yaptım. üniversitedeki sevgilimle yaşadığımız evi, birkaç sokak ötedeki zindandan korktuğu için bize her geldiğinde evine bıraktığımız n.'nin evi, biraz ötede ilk kedimi gömdüğümüz park ben kendimi hiç hazırlamamışken bir anda karşıma çıktı. bundan birkaç gün sonra da kızılın veda gecesine çağırdı facebooktan bir arkadaş. kızıl değil facebook cep telefonu bile kullanmadı hayatı boyunca. kendisi istediği zaman-ki her zaman istedi- erişilebilir oldu ve hep kendi istediği yerlerde bulundu. partinin o demirden görev dağılımını bile aştı böylece ve hayatımda en çok korktuğum günlerde, en çok korktuğum görevde o sırada aşık olduğu z. ile birlikte görevlendirdiğimiz için yanımdaydı. kendisi eğlenmiyorken bile eğlendirebildi bizi, kendisi gülmese ve hatta için için kızsa bile güldük ona. her türden şuursuzluğu zihninde toplayabilmiş bir garip adamdı, yeni örgütlendiğinde sanırım t. ile ikimizi gözüne kestirmişti hiç ayrılmadı bizden, biz t. ile ayrılana kadar da sürdü üçümüzün bir arada olma hali. bizim evin oraya giden son otobüs 12'ye 10 kalaydı ve dolmuşa verecek paramız olmazdı asla. o saate kadar galatasarayın arkasındaki labirentlerde dolaşır ve onun bizi "takip yerken kaçmanın yolları" konulu eğitimine maruz bırakmasına izin verirdik. zaten ona izin vermememin yolu yoktu, denize düştüğünde bile sırılsıklam çıkıp anlattığı şeye kaldığı yerden devam edebilen bir garip perseverasyon tüm hayatını belirlemiş gibiydi. anlatmak istediği şey bir şekilde bölündüğünde insanın kapısına gecenin bi yarısı dayanıp onu tamamlayabilecek dirayete sahipti.
sonra yıllar sonra bir gece yine karşılaştık, t., o ve ben. fındıklı sahili çok kalabalıktı hem de çok. bizim dışımızdaki insanlar sussa da biz üçümüz konuşsak diye bekledik ve biraz başbaşa kalabildiğimiz bir anda onlara "hep üçümüzün birlikte yaşlanacağını düşünmüştüm" dedim, "birlikte yaşlanalım" dedi. işte hüzünlü olan da bu zaten sanırım, birlikte yaşlanabileceğimize bir tek o inanıyordu, ben de t. de biliyorduk başka yerlere savrulmasak da artık birlikte yaşlanmamıza izin vermeyecek alışkanlıklar geliştirdiğimizi ve dilimizden düşürmediğimiz sınıf gerçeğinin kendini en acı haliyle üniversiteden mezun olduktan sonra gösterdiğini, kimilerinin yüksek lisans doktora sürtecek lüksü varken kimilerinin sözleşmeli öğretmenliğe körlük gibi mahkum olduğunu. o böyle şeyleri bilmezdi.
şimdi karşıdaki cama yansıyan görüntüme bakıp "ne değişti" diyorum. herşey değişti. yine de mutluyduk o zamanlar. herşey güzel değildi ama üniversitedeysen ve yaşam kavgası uzaksa sana daha güzel birşeyler vardır her zaman. o zaman gülerek fotoğraf çektirebilirsin ve nohut pişirip gülebilirsin. ahmet kayaya benzeyen bir tamirci kofrayı patlatır ama sen onu içeri çağırarak az önce içinden çıkıp geldiğin kavganın haberlerini seyredersin. biraz pembedir üniversite yılları.

olur da bir gün okursan seni özlediğimi ve hayatım boyunca özleyeceğimi bil kızıl. her ev taşımamıza bütün okulu taşımana karşın hiç yardım etmeyip gitar çalmanı, her randevuna geç kalıp da yine sabahın yedisine randevu vermekteki ısrarını, evdeki herkesi uyandırıp sonra uyumanı, her çatışmadan sonra ciddi şekilde yaralandığına ilişkin hipokondriak endişelerini, 8de bitmesi gereken toplantıları gecenin 1ine kadar sürdüren karşı çıkışlarımızı, siyasetler toplantılarında herşeyi yanlış anlamalarını, kargacık burgacık yazınla milyonlarca not aldığın vew sürekli orda burda unuttuğun defterini ve belki hepsinden öte diğer siyasetlerin bize ne kadar gıcık kaptığını anlamayıp onlarla dost olma çabandaki saflığı özledim. hep özlüyordum, şimdi yoksun ve şimdi daha çok özledim.




7 Mayıs 2011 Cumartesi

oda orkestrası


epey zaman olmuştu rüyalarımda yeni bir oda bulmayalı, rüya otoriteleri diyorlar ki bunun meali kendinle ilgili yeni birşey keşfetmekmiş. neyi keşfettiğimi hiç bilmesem de bu yaşa gelip de hala keşfedilecek yanım kalmasına sevinsem mi üzülsem mi onu da bilmiyorum ama dün geceki karşılaşmanın sayısız bira sonrası şuursuz bir açık sözlülüğe denk gelmesi ve artık bir yudum bile içemeyecek kadar midem bulanıyorken bile o tangoya devam edebilmek güzeldi...hiçbir zaman vals olmayacak. şanslı olursak salsa...danslar arasında bir tek salsayı katlanılabilir bulurum.
içinde annemlerin salonundaki 1176 kişilik yemek masası ve de kuyruksuz bir siyah piyano bulunan yeni odam şimdiki evimin alt katındaydı, rüyanın bir anında yatağımda oturup bu odayı neden hiç kullanmadığımı ve piyanom olmasına karşın neden onu hiç çalmadığımı düşünüyor, kendi serkeşliğime kızıyordum. sonra çoğunu hatırlamadığım bir sürü olay, bir sürü kavga dövüş, birileri birilerine kebap ısmarlayıp duruyor ve ben niyeyse çok kızıyorum buna. sürekli bir "yapmamalıyım, olmuyor" hissi.
sonra onunla birlikte bir arabaya binip denizin üzerinden sürdük arabayı-daha önce bir kere de denizde sandallarda yaşayan bir kabile görmüştüm, tohumlarını denize savurup çimlenmesini bekliyorlardı- , piyanom tepemizde tüm heybetiyle boğaz köprüsü olarak duruyordu ve bu çok normaldi, acayip normal. sanırım bir piyanom olduğu için biraz dalga geçiyordu benle. ama arabayı sürüp sürüp ulaşamadık bir türlü oraya. hep yakınlaştık ama hiç ulaşamadık.